Limancı- Part 11

*** ***11.BÖLÜM*** ***

Eve dönüş yolumuzda babamın koruyucu bakışlarıyla sıkı sıkıya sarılıyordum Nazlı’ya. Yüzündeki tebessümden anlamıştım bir yaşın çeyreği kadar büyüdüğümü. Gözlerindeki gururu görebiliyordum. En azından ben, babamın benimle gurur duymasını hayal ediyordum.

Ertesi gün babam ile birlikte kalktım. Güneş henüz doğmamıştı. Böyle durumlarda ben çok üşürdüm, babam da sıkıca sarmalardı beni. Sanki bütün soğuğa karşı savaşır gibi. Tekneye geçince de hemen kamaraya geçerdim ben. Biraz ısınınca da babamın yamacına gider ve boyumdan büyük işlere karışmak için bir ağın ya da bir halatın ucundan tutardım. Ne kadar kızsa da bir o kadar da severdi böyle zamanları.

Güneş tepemize çıkana kadar balık tutmuştuk. Biraz dinlenmeye karar verdiğimizde de telsizden Cengiz Amca’nın sesini duymuştuk, “Fırtına yaklaşıyor!” uyarısında bulunuyordu. Sesinde büyük bir telaş vardı. Her nedense alışıktım bu tarz anonslara fakat yine de içimde biriken bir korku ile babamın düşünceli yüzüne bakmaktan alamamıştım kendimi. 

- Baba? Fırtına geliyormuş?

-Duydum.

-Fırtınaya yakalanır mıyız?

-Eğer elimizi çabuk tutarsak kıl payı ile kaçırabiliriz.

-Neden duruyoruz?

-Ağları toplamam lazım.

-Ben de yardım edeceğim.

-Bir şart ile.

-Ama…

-Sana söylediğim anda içeriye gireceksin.

-Ama bu…

-İlda.

-Tamam.

 Babamın inadı tuttuğunda onu ikna etmek dünyanın en güçlü fırtınasına direnmek gibi olurdu. Hatta denedim ve de gördüm şimdiki yaşlarımda; fırtınalarla mücadele etmek daha kolay imiş. Babamın gözlerinde bir korku vardı bunu görebiliyordum fakat sormaya cesaretim yoktu. Yeni bir soru onu benden koparabilirdi. Ara sıra göz göze geliyorduk. Görmüyordu beni sadece bakıyordu. Hızla denize attığımız ağı topluyorduk. Zamanından önce toplanmayan ağlara takılan balıkların sayısı ne kadar fazlaca olsa da bu babamın umurunda değildi. İki ağ atmıştık denize. İlk ağdan yine fazla balık çıkmıştı. Fakat ikinci ağda… Bir dosta rast geldim. Donup kalmıştım onu görür görmez. Büyümüş müydü bana mı öyle gelmişti? Neden hızlıca nefes alıp veriyordu? Babama baktım o da şaşkındı.

Kuytu… Misafirliğe gelmişti ama bu misafirlik pek de sağlıklı değildi. Ağı yukarı çekerken babamın daha fazla güç kullanmasından anlamıştım zaten bir terslik olduğunu. Aklıma gelmemişti dostumun gözlerine yeniden bakacağım. Babam kararmaya başlayan, bulut toplayan havaya baktı. Daha fazla acele etmemiz gerekiyordu. Kuytu’ya baktı. Sonra da bana. Heyecanla,” Kuytu!” diye bağırıverince de yüzündeki şaşkınlık daha da genişlemişti.

İkimiz de ne yapacağımızı bilmiyorduk. Kuytu oradaydı, ağın kurnazlığına yakalanmıştı. Yerimde duramıyordum. Babam, Kuytu’yu ağlardan kurtarmak için tekneye yatırdı. O kadar çok çırpınıyordu ki… Büyümüştü de… Vücudu o kadar hızlı kıvrılıyordu ki… Anlatılması zor bir çaresizlik vardı. Yaşamanın tadını alamamıştı anlaşılan… Ben tam ona yaklaşacakken babam sert bir bakışla bana baktı, “Orada kal, İlda.” Dedi. Kaşlarımı çattım hafifçe. Biliyordum, Kuytu’nun bana ihtiyacı vardı! Hızla belindeki bıçağı çıkarttı ve ağa yöneldi. O an bir çığlık attım. Çığlığıma babam yerine gökyüzü cevap vermişti. İyice kararmaya başlayan denizi yırtan bir şimşek ve ardından da korkutucu bir gürleme. Babam çok daha hızlı hareket ediyordu. İlk başta elindeki bıçakla onu… Ama o, tamiri için bazen saatlerce bazen de günlerce uğraştığımız ağı kesiyordu. Kuytu’nun çırpınışları yavaşlamaya başlamıştı, onun için korkuyordum. Bir adım yaklaştım onlara. Kuytu’nun benim burada olduğumu bilmeye ihtiyacı vardı. Biliyordum ki o zaman daha az zorluk çıkartacaktı babama… En önemlisi ise daha çok tutunacaktı hayata…

Babam attığım adımı fark etmeyince sevindim, o fark edene kadar küçük adımlarla yanaştım ona. Babamla aynı hizaya gelmemi sağlayacak son iki ya da üç adım kalmıştı ki babamın gür sesi dalgaların arasında yankılandı, “ İlda, gelme.” Fakat oysaki ben Kuytu’nun yanında olmak, ona uzunca aradan sonra sarılmak ve artık milimlik kıpırdamalarını hareketlendirmek istiyordum. Babama baktım, yorulmuş ve de çaresiz görünüyordu. Ne yapacağını bilemez haldeydi:

-Baba?

-Kamaraya geç.

-Baba hareket etmiyor?

-Hadi İlda…

-Öldü mü?

-Fırtına yaklaşıyor kızım.

-Baba, o öldü mü?!

-İlda, kamaraya geç ve de beni bekle, şimdi.

  Ağlamamak için kendimi bir hayli zor tutuyordum. Kuytu ölmüş müydü yani? Hayatımı o kurtarmıştı, şimdi de ölmüş müydü? Ben onu kurtaramamış mıydım?! Babamın ağında dostumu kaybetmiştim. Arkamı döndüm. Kamaraya doğru yol alırken gözüm babama ilişti. Burun tarafına gidiyordu koşarcasına. Burundaki su kovalarından birini alıyor gibiydi. Kuytu’dan uzaklaşmıştı. Arkası da bana dönüktü. Bu anı fırsat bilmiş ve hemen Kuytu’nun yanına koşmuştum. Etrafında bir sürü balık vardı. Yanına diz çökmüştüm. Önce tereddüt etsem de karnına dokundum onun. Oydu! Bundan daha da emindim. Pürüzsüz yüzeyin yumuşaklığı… İlk dokunuştaki gibiydi her şey! Sonra da diğerlerini aldırmadan sıkıca sarıldım ona. Bir yandan da ağlıyordum. Babamın sesini de duyuyordum. Uzaklaşmamı söylüyordu. Bir müddet sonra söylememeye başladı. Yıllardır biriktirdiklerimi de ağlıyordum sanki dostumun omzunda. Daha da sıkı sarıldım ona ve beni bırakmamasını rica ettim. Hatta yalvardım. Hareket eden diğer balıklardan dolayı mı öyle hissetmiştim yoksa gerçekten Kuytu mu hareketlenmişti bilemiyorum. Tek hatırladığım ve de fark edebildiğim bir hareketlenmeden sonra babamın bir kova suyla ikimizi de ıslatması olmuştu. Hareketlenme artmıştı. Başımı kaldırıp baktığımda, hareket edenin Kuytu olduğunu gördüm. Babama baktım, bize bakıp gülüyordu. Göz göze geldiğimizde de ellerini iki yana açıp başını hafifçe yana eğdi. Dudaklarında ise yine o gülümsemesi. Hani en içten olanı…

  Zor bela Kuytu’yu ağlardan kurtarınca hemen teknenin yan tarafında bulunan kapağından denize ulaşmasını sağladık onun. Bir süre ortalarda görünmedi. Korkuyla birbirimize baktık. Babam kucağına almıştı beni. Kuytu’ya el sallamak istiyordum çünkü. Bir süre daha çıkmadı Kuytu, korkmuştum. Babam kucağından indirdi beni. Kapakçığın yanına oturdum. Dizlerime kapandım. O sırada üzerime sıçrayan su ile şaşkınca babama baktım. Sırılsıklam olmuştu. Hemen ayağa kalktım. Oradaydı! Üstelik benimle konuşmaya da çalışıyordu. Bir kahkaha bölüverdi gök gürültüsünün sesini. Babama baktım. Üstüne başına bakıyordu, “Kuyruğu güçlüymüş.” Dedi. Gülümsedim ve onun bizi ıslattığı zamandaki gibi yaptım. Ellerimi iki yana açıp başımı hafifçe yana eğdim. Onun gibi olmasa da ben de kendi çapımca babam gibi gülümsedim. Sıkıca ona sarıldım. Önce saçlarımı okşadı sonra da gök gürlemesiyle kucağına aldı beni. O bana sarıldı; ben, bana kattığı dostuma. Müteşekkirdim.

  Barakamıza gidene kadar aklımızdaki tek düşünce fırtınaya yakalanmamaktı. Yakalanmamıştık. Fakat babamın gözlerindeki korkuya tanık olmuştum. Kuytu da kurtulmuştu, neydi o zaman bu korku? Neydi bu çaresizlik? Neden bu kadar dalıp gider oluvermişti dalgalara?

 Barakamıza geçene kadar bilemedim bu soruların cevaplarını. Aslında o zaman da öğrenememiştim. Hatta, şimdiki yaşıma misafir olduğum sürece kadar öğrenemedim. Geçmişe bakıyorum da… Onunla olan tüm sürece, biz hiç geçmişin gölgesinde kalmamıştık. Acılarımız vardı elbette ki fakat ne o ne de ben geçmişin aldıklarını geleceğin hediye edeceklerine karşı savaştırmamışız. Sanırım bir de bu sebeptendi aramızdaki bağın bu kadar kuvvetli olması. Dertleşirdik kimi zaman, acılarımızın en büyüğünden söz etmeden ama onları konuşarak. Babamın gizli dertleşmesiydi bu. Olayı anlatmaz ama aklındaki soruları sorardı. Tabii bunu biraz daha büyüdüğümde daha sık yapar olmuştuk. Olay nedir bilmez fakat onu gülümseten cevaplar vermeyi başarabilirdim. Böyleydik biz; kimi zaman iki kişilik ailenin üyeleri kimi zaman da iki ayrı dünyanın insanı. Fakat statülerimiz ne olursa olsun, kim olursak olalım birbirimize sırtımızı yaslayabileceğimiz iki ayrı dosttuk… Şimdilerde bu dosta o kadar muhtacım ki. Anlatması da yaşaması da bir hayli güç. Tamam, tamam ağlamıyorum. Barakamızın sıcaklığına dönelim mi yeniden?