Binary

Büyümek ne kadar da zor bir görevdir çocuk ruhuma nakşedilen. Oysaki ben büyüyorum. Sessizce büyüyorum… Bileklerim soğuk ve de demir kelepçelerle sarılmış. Anneme sarılamıyorum. Babama veyahut. Önümü göremiyorum da üstelik. Gözlerim siyah bir bez ile kapatılmış. Gökyüzü ne kadar mavi bilemiyorum. Kuşlar ne kadar özgür hissedemiyorum. Ruhum sıkışmış bir yerlere ve ben ne yazık ki ruhumu da göremeden yürüyorum. Adımlarım yankılanırken meydanda devasa bir sessizlik tırmalıyor kulaklarımı. Herkes nerede? Bilemiyorum.

Zihnimin kıvrımlarında dayanılmaz bir sancıda yankılanıveriyor etrafımdakilerin hain ayak sesleri. Kaçmak istemiyorum. Kaçmak bir korkağın eylemidir. Ben korkak olmadığım için buraya geldiğimi, getirildiğimi ve de canhıraş bir mahiyette hapsedildiğimi düşünüyorum. İçimden sessizliğe, akılsızların aklını sorgulatacak ince bir küfür mırıldanıyorum. Ve ilk duyduğum beyaz bir güvercinin, maviyi yırtan kahkahası oluyor. Dalgacı Mahmut’un çok işi olacak bu sefer.

Darağacına yaklaştıkça kurduğum son hayaller kaplıyor ölümüme yaklaşan dakikaları. İlk olmasını istediğim fakat hiç olmayan beyaz uçurtmam gökyüzünde salınıveriyor narince. Bir tıkırtı sesi bölüyor rüzgârımın ahengini. İpin altına sandalye koyuyor olsalar. Hayallerim, ölüm korkusuyla savaşıyor. Kazanan: tiyatro sahnesinde bir oyun oluyor.

Ardından gözlerimin önünden geçiyor yarım bıraktıklarım. En son bir çocuk bırakmıştım şehirdeki sükselerin göbeğinde. Eline bir kitap tutuşturmuştum. Okuyordu. Yarım kalan ise; elinde taze hayatlar, yeni dünyalar yerine teknoloji olan çocuklar, gençler, abiler, ablalar, analar ve de babalar…

Nasırlı bir el, ipin kemerini geçiriyor boynuma. Kim bilir kaçıncı candan sonra nasır tutmaya başladı elleri… Kaç canı, cânânından ayırmıştı da, Tanrı unutmasın diye “emeklerini” böyle iz etmişti kalın, soğuk ve buram buram çığlık kokan parmaklarında?

Fakat benim hayallerim bitmiyor! Dur durak bilmez ki bu haytalar. Çocuklardan bir tanesi, köşe başında yakalamış cübbelilerden birini. Heyecanlı heyecanlı okuduğu son romanı anlatıyor ona. “Raskalnikov neden bu kadar geç bulundu?” diye de soruyor hayta. Bir köşede… ama bir de demli iki çay eşliğinde.

İyice sarmalıyor ip boynumu. Sanki benden önceki kurbanın kalp atışları hala orada. İpin kalbi var mıydı acaba? Yoksa bu hissettiğim bir başka ipsizin vicdanı mıydı? Vicdansızlığı ya da. Yutkunma payı arıyorum. Nefes aldığımı nasıl hissedeceğimi düşünüyorum kara kara. O sırada çıplak ayaklarımın altındaki ufak taburenin soğuk zeminini hissediyorum. Taburenin ayaklarından biri belli ki eşit olmayan bir yükseltinin kurbanı olmakta. Milimlik bir oynama… Ne de pestenkerani oysaki. Keşke eşitliğin bir yakasından tutulsaydı, bir ruhun ucundan tutulacağına.

Bir çocuğa rast geliyorum karanlığımın usul bir köşesinde. Bir yabancı tarafından seviliyor. Bir turna uçuyor bu gamsız şehrin tepesinde, bir başka köşede de. Tok bir ses yırtıyor karanlığımı. “ Allah-u Ekber!” diye bir haykırış! Kana susamanın, yasal gösterimi. Pala bıyıklarını düzeltiyordur şimdi. Çocuklar korkuyor, anneler çocuklarının gözlerini kapatıyor. Sıradakiler derin bir nefesin peşinde. Son bir nefes… Bu cellat… Nefsi, son nefesi almak olan bu cellat, gülümsememin kurbanı oluyor.

Dünyama yeniden açılan bir pencere oluyor sanki bu gülümseme. Tüm çocukların ellerinde uçurtmalar var. Uçurtma bilmeyenler, bilenlerin peşinden sürükleniyor. Kimisi koşarken hissediyor özgürlüğü kimisi okurken. Fakat hiç kimse, bir başkasını kırınca, üzünce, ondan ona ait olanları aldıkça özgürleşmiyor. Özgürleşemiyor.

Gerçek dünyaya dönmem pek de bir ani oluyor oysaki. Sert bir tekme darbesi, şiddetli esen bir rüzgâr misali, hayatımın kapısını sertçe kapatıyor arkamdan ben henüz dışarıda iken. İpin keskin yüzeyi, zedeliyor boynumu. Fakat köşelerin birinden ziyâde, meydanların birinde gençlerden birinin dudaklarından şu kelimeler dökülüveriyor, “Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir…” Devamına eşlik etmek için hayallerimin kapısının açılmasını bekledim.

Morarmaya başlıyor yüzüm. Gözlerim acıyor en çok. Gördüklerime katlanamıyor sanki. Bu fâni dünyaya ait olmak istemiyorlar. Zar zor açılıyor dudaklarım, ve bir kelime fısıldıyorum. Bu hainlerin asla ve asla anlayamayacağı.

İşim gücüm budur benim, severim insanları. Sevmelerini isterim onlardan olmayanları. Dalga da geçerim kimi zaman. Ama bir robot değilim ben. Olamam da. Hayalleri olmalı her baba yiğidin. Binary alfabesi değil de gözler konuşmalı ve anlarken yorulmalı insan. İşte bu nokta da insanı insan yapar. Yorulunca güzel hayat, karmaşık derelerde boğulmadan yüzdüğümüzü fark edince… Bir uçurtmanın beyazken güzelliğini, kara peçelerle sarmalandığında anlarız ya hani… Fark edilmiyorsa, ipinin kesilmesi ne de olası…