Mürekkeb-i Hâtıra

Nice zaman geçmişti oysaki aynada kendime bakmayalı. Hazır değildim karşımda göreceğim yaratığa. Doğrudur. Yansımam koca bir yaratıktan ibarettir. Gözlerimden alevler yerine özlem; saçlarımdan yılanlar yerine bozulmuş örgümün arasındaki ince teller; yüreğimden kin ve nefret yerine bir avuç sevgi fışkırır. Hırpalanmış yeleğime bir tutam sokak kokusu sinmişse bu benim mi suçumdur yoksa bu yeleği çöpe atanların mı?

Aynaya ne zaman baksam yüzümdeki derin yarıklar göze çarpar. Yaratık olmamı sağlayan bir başka sebep değil midir bunlar da? Sol kaşımdan ibaret çenemden de öteye giden koskoca bir iz değil midir benden kaçışmalarını sağlayan küçük çocukların? Aynaya bakamazken nice zamandır, korkarken yansımamdan bu kadar bir kenara atamam, ibret-i âlem olsun diye kırılmış kalbimi. Ne yaratığa yakışır bu ne de içimdeki yansımaya…

Belki on beş belki yirmi beş sene evveldi kalp kırıklığım. Nice defadır kırıldı oysaki. Alışmış olması gerekirdi hergelenin! Alışmamış, alışamamış. İnsan ölmeye alışabilir mi? Tutunacak bir dal, sığınacak bir liman arıyordum şehr-i yabancı olduğum topraklarımda. Kendimi bildim bileli güçsüz bir ruha, konuşamayan bir zihne sahip olmuşumdur. Yıkılanı yıkmaya ne hacet vardı ki oysa! Yılmadım bu konuda! Saplanan her darbeyi ruhumda hissettim. Ben kalbimden değil ruhumdan kırılmıştım. Şimdi ise ne kırılacak bir ruh ne de ruhsuz bir bedeni taşıyacak bir karanlığa sahibim bu günlerde. Bu günler? Bu günler… Siz güzel insanların (!) hiç bilemeyeceği günler.

Önce bir limanda duraksadım. Korkuyordum. Dışarıda bir fırtına almış başını gidiyordu ve ben kimsesizdim. Elim varmıyordu dümene geçmeye. Fakat gönlüm de razı değildi bir yabancıya emanet etmeye. Yabancı. Limanın sahibiydi o vakitlerde. Şimdilerde emekli olmuştur belki. Balıkçılık en büyük hayaliydi. Bir kasabada ufak bir köşede dükkânı vardır, tutamadığımız balıkları satıyordur elbet. Uzun ve beyaza çalan sakalları vardı. Boğazlı bir kazağı vardı koyu renkte. Çocuktum o zamanlarda. Ne de çok severdim onun uzun sakallarını örmeyi. O da severdi saçlarımdan hatıralar dikmeyi. Sevmek yetmedi. Bir gün elinde koskocaman bir makasla geldi. Oyun oynuyordum oysaki. Bir yanlışım yoktu. Zihnime yer etmişti çığlığım. Tuttu saçlarımdan… Kesti bütün hatıralarımızı. Bana ağlamak düştü. Bir de kaçmak tabii. O zaman öğrendim insanlardan kaçmayı. Ben kaçtım. İlk defa kaçtım üstelik. Bilerek ama asla istemeyerek.

Dolunay vardı gökyüzünde. Limancı uyuyakalmıştı her zamanki sedirde. Ben uyuyamamıştım. İçimde birileri hüngür hüngür ağlıyordu. Dayanamazdım o zamanlarda ağlayanlara. Yine dayanamadım. Gittim. İstemiyordu anlaşılan Limancı beni. Ne gerek vardı ki misafirliğimi uzatmaya. Öyleymişim zaten. Misafirmişim. Ben aileden olmaya başladığımı düşünüyordum oysaki. Fakat gitmesi dört gözle beklenen bir misafirden ibaretmiş varlığım. Ben de gittim. Önce sandalımda bir düğüme takıldı elim. Ufak bir parçaydı avuçlarımın arasından kayıp giden. Acımıştı canım. İçimdeki çocuk daha çok acıyordu. Dayanamıyordu hissediyordum. Ben de dayanamıyordum. Kürekleri bulamamıştım. Aramak da istemiyordum zaten. Dalgalar… Belki sürüklerdi belki de içindeki kuytu bir karanlığa hapsederdi.

Sandal sürüklendikçe ben ağladım. Gözyaşlarım okyanusta bir damla olmuştu. Tanımadığım, bilmediğim insanlardan bir parça haline gelmiştim belki de. Fakat bunlar düşüncelerimde misafir bile değillerdi. Burada bir tek ben misafir olabilirdim. Aklımdan gitmiyordu Limancı. O kadar çok seviyordum ki onu. Yanında olmak huzur veriyordu bana ve elbette ki güven. Sanki en güçlü canavarı bile alt edebilirdi ucu kırık oltasıyla. Ona inanıyordum. Uğradığım en güvenli ve tek limandı benim için. Ben onu çok sevmiştim oysaki. O neden sevmemişti ki beni? Belki de sol tarafımdaki koca yarık onu da iğrendirmişti benden? Kim bilebilirdi ki ondan başka… Ne de çok anımız vardı. Şimdi hatırlayınca gülümsemeden edemiyorum. İçimde bilmediğim bir yerde gizlenen çocuğu uyandırıyor hatıralar habersizce. Fakat silsileden sonra yine köşe bucak saklanıyorum kendimden.

Geldiğim ilk günlerden bir parça uzaktaydım ona ilk defa öyle seslendiğimde. İskelenin en ucunda oturmuş ayaklarımı sallandırıyordum. Hatırlıyorum içimde koca bir korku vardı. Biraz önce düşmüştüm. Yaram tazeydi. Okyanusun tuzlu suyu canımı acıtıyordu fakat ona cesur olduğumu ve büyüdüğümü gösterecektim. Aklımda ise çocukça sorumdan vazgeçememiştim, “ Köpekbalıkları beni bulur mu?”. Şimdi bile çocukça bir tebessüm oluşuyor yüzümde. Sebebi belli oysa: Çocuk olabilmeyi özledim.

Arkamdan seslendi ben suyu sıçratırken üstüme, “ Hava kararıyor. Fırtına da yaklaşacakmış. Hadi içeri gel.” Korkardım fırtınalı günlerden. Ben de bir fırtına sonucunda gelmiştim. İskelede koşarken yeniden düşmüştüm. O da görmüştü. Usulca yanıma gelmişti. Ayağıma dolanan halattan kurtulmama yardım ediyordu ona bakarken. O kadar güzel gülümsüyordu ki. Küçücük parmaklarımla sakallarıyla oynamak istemiştim. Ben ona böyle gösterirdim sevgimi: sakallarıyla oynardım. O da gülümsemesine devam ederdi. Böyleydik biz. O bana liman olurdu ben ona bela. Bu yüzden Limancı idi o.

Dizimdeki yaraya baktıktan sonra. Gülümsedi bana. Olmayan iki ön dişimi göstererek gülümsedim ben de. Sonra da elimden tuttu. Saklanma zamanımız gelmişti. Korkardım saklanacağımız zamanlarda da. Onu bulamamaktan korkardım. Bilirdi karanlığı sevmediğimi. O da sevmezdi. Beraber saklandık bir zaman sonra. Şimdi ise o başka bir karanlıkta ben başka bir karanlıkta saklanıyorum. Birbirimizi göremeyecek, duyamayacak, hissedemeyecek kadar sevgimizi, uzaktayız.

Önce sedire oturttu beni. Dizimdeki ve daha sonra fark ettiğimiz avucumdaki yarayı temizledi. Çıtım çıkmamıştı. Ona büyüdüğümü ispat edecektim. Canım çok acıyordu! Ağlamamıştım. Gözlerim dolmuştu ama ağlamamıştım. Benim gözlerim doldukça onun tebessümü artıyordu. Belli ki gurur duyuyordu. Benim canım acıyordu ama değerdi. Ona ispat etmeye değerdi. Gözlerimi sımsıkı kapattığımda kaybetmiştim. Gözlerimde biriken bütün yaşlar dökülüvermişti. İşte o zaman ağlamıştım. Canımın acıması değildi bu sefer ki sebep, çabamın boşa gitmiş olmasıydı. Hıçkıramıyordum bile onu kızdırmamak için. Sağ eliyle gözyaşlarımı sildi önce. Sonra da çenemden hafifçe tutarak öne eğdiğim başımı kaldırdı. Öyle masumca bakıyorduk ki birbirimize. Dışarıdaki fırtına bozmuştu bütün masumiyeti. O kadar yüksek gürlemişti yaratan, korkudan ve daha da fazla ağlayarak ona sarılmıştım. Yüzümü uzun sakallarına gömmüştüm. O da bana sıkıca sarılmıştı. Yanıma da oturmuştu üstelik. İlk defa yanımda oturuyordu. Her zaman karşımda oturmuştu. Sıkıca da sarılıyordu bana ilk defa. Geldiğim günden bugüne ilk defa sarılmıştı bana. Bir eliyle sıkıca sarılırken diğer eliyle de saçlarımı okşuyordu. Mırıldandığı tek bir cümle inandırmıştı onun, benim ailem olduğuna: “Korkma kızım, ben yanındayım.”

O babamdı. Buna inandım. Kendimi kandırdım belki de. Fakat kimsesiz misafir değildim artık! Limancı’nın örgü saçlı kızıydım. Daha da sıkı sarıldık birbirimize. O kızına sarıldı ben babama. Son fırtınada anladım hadsiz bir misafir olduğumu. Yine bir fırtına günüydü ona son kez sarıldığımda. Kulübedeydim. Yemek yiyeceğimiz masayı hazırlıyordum. Öğrenmiştim tabakları kırmadan raftan almayı. Fırtınadan mıdır yoksa Limancı’nın kasırgasından mıdır bilmem kapı öyle bir sert açılmıştı ki evimdeki son tabağı da kırmıştım. Artık bir tabak kalmıştı sağlamda. Sağ elinde koskocaman bir makas vardı. O kadar sinirliydi ki kahramanımdan korkmamam imkânsızdı. Bağırıp duruyordu. Artık beni istemediğini, tez vakitte gideceğimi, bir dahaki sefere bu limanda es kaza denk geleceğimizi söylüyordu. Bir yandan da saçlarımdan tutmuştu. Kendi elleriyle ördüğü örgünün en başından kesmişti saçlarımı. Ondan bir hatıra kalmasını istemiyordu. Neler olduğunu anlayamadan sinmiştim bir köşeye. O akşam ne o konuştu ne de ben. Ne o yemek yedi ne de ben. Ne o ağladı ne de ben. Dizlerim çenemde, en karanlık köşede oturmuştum o ise her zamanki sedirde. Bana masallar anlattığı, uyurken gizlice yanaklarımdan öptüğü sedirde oturmuştu. Camdan dışarıya bakıyordu sağ elinde kestiği saçımla. Bir zaman sonra da uyuyakalmıştı. Gitmek için sabahı beklememi söylemişti. Geceyi geçirmeme izin vermişti.

Neler olduğunu anlayamamıştım. Ben ona ne yapmıştım ki beni istemiyordu artık hayatında? Daha da mı çirkinleşmiştim? Yoksa ona bir saygısızlık mı yapmıştım? Cevabını halâ bilmediğim sorulardır bunlar. Ne benim öğrenmeye cesaretim var ne de onun saklandığı yerden çıkmaya gücü var… İlelebet cevapsız kalacak soru yığınları işte! Babamı kaybettiren cevapsız soru silsilesi! Ben beklememiştim günün dönmesini. İnadım tutmuştu yine. Onun kızıydım sonuçta. Birkaç kelime yazmayı öğretmişti bana:“Baba, sevmek, ben, seni, deniz, liman, fırtına, acil, acımak.”

Eskimiş bir komodinimiz vardı. Çok eskiydi. Sürekli yağlardı babam onu. Bir gün de öyle bir söylenmiş öyle bir söylenmişti ki kalbi kırılmıştı komodinin, çekmece elinde kalmıştı. Her zaman bir yığın kâğıt ve birkaç da kalem olurdu orada. Babam çok severdi yazmayı. “ Yazmak; ruhunu, kalbini ve gözlerini dinlendirir kızım.” Derdi. Bir kâğıt ve bir de kalem aldım sessizce. O kadar kötüydü ki el yazım, bir de karanlık eklenince daha da iç içe geçmişlerdi. Onlar ayrılmasınlar en azından: “ Baba sevmek seni ben, acımak.” Ayrılmaması gereken kelimelerdi bunlar. Anlamı ise bedenen ayrı olsak bile kalben yakın olduğumuzu anlatmak zorundaydı. Bilirdim uykusu ağırdı onun. Sakallarıyla oynadım son bir kez daha. Yanaklarından da öpüp, kokusunu kazıdıktan sonra zihnime usulca çıktım evimden. Gözyaşlarım da bekliyordu fırtınaya karışmayı. Geldiğim sandalı aldım. Liman gözden kaybolunca, karanlıkta ufacık bir parıltı olunca başladım ağlamaya. Karanlık bir şafaktı evimden ayrıldığım gün. Çocukluğumu, babamı, evimi, ailemi, oyuncaklarımı, kırılan anılarımı, örgülü saçlarımı, beyaz sakallı adamı, Limancıyı arkamda bıraktığım gün, karanlık bir çığlık gökyüzünü yırtıyordu. Kovulduğum gün, aslında kimsesiz olduğumu anladığım gün hiç yıldız yoktu limanda. Hiç sevgi de yoktu Limancı’da.