Plastik Yanığı

 Yanan bir plastiğin sağ işaret parmağınıza düşmesi, kağıt kesiğinden daha çok acıtırmış. Hayatın temasına da uygun üstelik... Bir acı bir diğerinden çok daha fazla acıtabiliyor malumunuz... 

  Hayat, ne yaşa bakıyor ne de paraya.Ne hayallerini dinliyor ne de gerçeklerini. Kaldıramayacağın yükler yükleyip duruyor sana. Sırtında o kadar çok yük var ki zaten... Nedense durmak bilmeden bir patron olduğunu sürekli hatırlatıyor. Oysaki bazen ihtiyacın olan kimin patron olduğunu değil de kimin çemberinde olduğunu hatırlamaktır. Kimlerin yanında olduğunu hissetmektir. Hissedebilmektir. Hissedebiliyorsan şanslısın. Nefes alabiliyorsan şanslısın.   

 Hayatın tanımı birçok kişi tarafından defalarca kez yazılagelmiş (ben de dâhil), alatılmaya çalışılmış. Kimileri çemberlerden öteye gidemezken, kimileri okyanusları bile karşısına almış. Bu kadar karmaşık mı onu tanımlamak? Elbette ki? Nedir hayat? Kimdir ya da? Birileri için mi vardır yoksa var olması gerektiği için mi birileri vardır? Tanımlanamayacak kadar zorsa yaşanılabilecek kadar kolay olmasını beklemek haksızlık olabilir mi? Belki. 

 Satırlarıma kısa süreli de olsa çember kavramını misafir etmek isterim. Nedir çember? Sınırlardır aslında. İnsanlarla başlayıp, insanlarla biten sınırlar. Hayatı sorgulatan, kıran, ayağa kaldıran, kalkan olan, ağlatan, gülen koca duvarlar... Aile çemberi vardır ilk sırada örneğin. Sınırlarının daha az olduğu ve belki de hiç olmadığı, özgür olduğun, senin de içinde olduğun yerdir burası. Bu çembere girmek de çıkmak da o kadar zordur ki... Yalnızca kan bağından olanlar değil gönül bağından bağlı oldukların da buradadır. Bu yüzden bu kadar çok önemlidir ya burası. Aklın da kalbin de en çok burada savaşır ama. Buradaki insanlara kırılmak gibi bir lüksün olsa mı olmasa mı bilemezsin. İnsanların seni ne kadar çok yaralamasına izin verebilirsin, bunu tartışırsın kendinle. Bir de diğer çember var. Buradaki insanlar sana o kadar uzalardır ki. gökyüzü kadar kalın; cam kadar berrak bir duvar vardır arada. Aklın ve kalbin dosttur burada. 

  Misafirliğin kısası makbûldür, hayattan söz ediyorduk biz. Nasıl bir tanım var aklında. Mesela nefes almak mıdır hayat? Kapat gözlerini. Bir odadasın. Sen ordasın, ben değil. Ben odandaki kameradan seni izliyor olacağım.Tek başınasın. Her zamanki gibi. Milim hareket edemiyorsun. Duvarlardan kocaman ve sivri uçları olan çiviler dört bir yanını sarmışlar. Nefes al! Nefes bile alamazsın! Nefes dolacak olsa hücrelerine, batacak bütün çiviler vücuduna. Nefesini tutsan... Ölümü tadacaksın. Nefessiz bıraktığın her hücrenin ölümünü hissedeceksin. Boğulacaksın. Dar gelecek sana dünya. İçindeki o boşluk hiç dolmayacak sanki. Bedenin düşerken yere, ayakta kalabilmek için çivilere tutunacaksın belki de. O zaman nefes almak değildir hayat. Bazen nefes almak bile işe yaramaz elbet. Yine de nefes alabiliyorsan şanslısın. Canın yanmıyorsa, hakkını olanı elde ettikçe şanslısın. 

 Hayaller midir peki hayat? Elbette ki değil! " Hayal ile Hayat arasındaki tek fark ince bir çizgidir." sözüne inanma. O ince çizgi herhangi bir hapishanenin tel örgüleri. Yüksektesin hem de çok. Bu yüzden göremiyorsun, ince bir çizgi mi yoksa bir tel örgü mü. İnsanlar bile karınca kadar küçülüyorken bir çizginin lafı olmamalı. Hayaller insanlarını bırakabilir, insanlar da hayallerini bırakabilir. Hayatı bırakamazsın. Bıraktığın anda varlığın son bulur. Tıpkı düşünmeyi bıraktığında da son bulacağı gibi.

Bir başka açıdan ele alalım bu sefer de. Düşün ki koskoca bir uçurumdasın. En güvendiklerinden biri de var yanında. Gerekirse seni tutup kaldıracağına inandıklarından. Gözlerin bağlı. Gözlerin neden mi bağlı? Güzel bir soru. Güvendin. Yalnızca sesleri duyuyorsun. İlk önce ve her şeyden önce güvendiğin kişinin sesini. Ölüme kaç adımın var bilmiyorsun, o seni öldürmez merak etme. Yalnızca yürümeni söylüyor ses. Sen yürüyorsun. Yürüdükçe büyüyorsun. Çocuk değilsin ki artık emeklemiyorsun! Yüzünde bir tebessüm, devam et, durma. Yalnızca sesi dinle. Oysaki sol ayağının kenarında nadir bulunan bir çiçek vardı. Kokusuna hasret olduğun bir çiçek. Az ileride de bir Zümrüd-ü Anka konmuş kaya parçasının tepesine, sana bakıyor. Durma, sesi dinle. Sadece denizi dinle! Adımlarının dahi ritmi kayboluyor bir zaman sonra. Yine de hayır, sen sesi dinle. Birden bir çift el hissediyorsun sırtında. Düştün. Kalk. Kalk! Kalk dedim sana kalk! Kalkmıyorsun. Kalkamıyorsun. Kalkamazsın. Yüzünde kurumaya başlayan kan lekeleri ruhuna işlemeye başlıyor. Ağır geliyor ruhun. Kalkamıyorsun. gücün yok ki nasıl kalkacaksın. Başını kaldırıp hafifçe arkana bakmak ve o sesin sahibini görmek istiyorsun. Gelip seni kaldırmasını bekliyorsun. En azından elinden tutsa... Oysaki o sana, "Anlayacaksın zamanla. Kalkmalısın." demekleyetiniyor. Ağlamaya başlıyorsun. Ruhunu kusarcasına! Kendini silercesine. Hayata kafa tutarcasına. " Neden!? Neden bana kötü davranıyorsun!? Neden beni de sevmiyorsun!? Neden istemiyorsun beni!?". Bunlar senin sessiz çığlıkların. Kendi kendini sağır ediyorsun. İnsanlar rahatsız oluyor, sus! Ses... Hala kalkman gerektiğini söylüyor sana. Yanına yaklaşmıyor bile. Korkuyorsun. Ya o ses bir sanrıdan ibaretse? Eğer öyleyse... Sen bir Zümrüd-ü Anka değilsin. O sanrı hayat ama. Öyle mi cidden? 

   Kimdir hayat? Nedir? Nasıl tanımlanır? Tanımlanabilir mi? Nefes almak mıdır? Gezmek? Eğlenmek? Hayaller? Zümrüd-ü Anka mıdır hayat yoksa sanrı mı? Gitmek midir kalmak mı? İnce bir çizgi mi tel bir örgü mü? En iyisi hayata bırakalım tanımını. Hayat yazalım ve iki noktayı üst üste koyduktan sonra üç tanesini de yan yana dizelim. Ve yahut! Üst üste denk gelip de birbirine misafir olan noktalardan sonra yeniden hayat yazalım. Sonuçta hayatı en iyi kendisi tanımlar. Aynı insanlardaki gibi yani.