Benden Buraya Kadar

Saat sabahın erken saatleriydi. Ya dört ya da beş. Güneş yüzünü göstermemişti henüz. Havanın soğukluğu kapıda bir alacaklı misali bekliyordu. Gözlerini ovuşturarak kalktı çocuk yatağından. Yine uyuyamamıştı. Heyecan sarınca kalbini köşe bucak, uyuyamazdı hiç. Ses çıkarmadan hazırlanmaya çalıştı. Sessizlikle saklambaç oynamak o kadar zordu ki… Sizi her an ebeleyebilecekmiş gibiydi. Kazanan çocuk olmuştu. Kazanmanın mutluluğuyla bakmıştı aynaya, çıkmadan evvel. Genç hatlarına nakışlanan yorgunluğa baktı. Gülümsemesi bile örtbas edemiyordu hatalarını. Gülümsemesini aynaya emanet etmeye karar verdi. Yeniden geldi ifadesiz suratı. Saçlarını düzeltti. Gözlüklerini taktı. Onlarsız iyice kavramsızlaşıyordu gördükleri. Biçimsizdi dünya. Düşüncelerine dur demeliydi. Ne kadar da çok dallanıp budaklanıyorlardı! Çantasını son bir kez daha kontrol etti. Eksik bir şeylerin canını sıkmasını istemiyordu. Her şey tamamdı. Sırtına geçirdi çantasını. Çıkmak için hazırdı. Eli aynanın önünde duran anahtarlarına gitti bir an. Ufak bir tebessüm aldı yüzünde yerini. Anahtarlara baktı bir süre. Sonra da yerine koydu yeniden olabildiğince sessiz bir biçimde. İhtiyacı olmayacaktı bunlara. Herhangi birine de... 

Adımlarını hızlandırmıştı. Soğukla ancak böyle baş edebilirdi. O kadar derine işliyordu ki! Güneşin önemini bir kez daha anladı çocuk. Şanslıydı. Bineceği araç çabuk gelmişti. Zaman kaybetmekten nefret ederdi. Uzağa gidecekti. Çok uzağa… En arkaya oturdu. En arkada cam kenarına. Severdi burayı. İnsanları izleyebilirdi kitabının sayfalarını değiştirirken. Etrafına bakındı. Birkaç tane uykulu takım elbiselilerden vardı o kadar. Onları izlemek pek keyifli olmuyordu. Yüzlerinde de her zaman ciddi bir ifade oluyordu. Çocuk, gülümseyen insanları daha çok severdi. Kitaplarındaki gibi… “En iyisi tanıdık insanlarla zaman geçirmek.” Diye düşündü çocuk, kitabını araladı ardından. Yabancı olduğu bu dünyadan kurtuluşuydu. Bazen o kadar inanıyordu ki elindeki dünyalara, kendi dünyası bir sayfadan fırlamış gibi duruyordu. Sayfasını arayaduruyordu ki araç durdu; kapı açıldı, yaşı kırklarında ve belki de ellilerinde olan bıyıklı, uzun boylu, hafif kel bir adam bindi. Tam çaprazına oturmuştu. Ellerinde bir sürü poşet vardı. Birkaçından oyuncakların bazı parçaları sarkıyordu. Adamın mutlu edeceği yüzleri düşündü çocuk. Kim bilir kaç yaşlarındaydılar. Çocukları mıydı yoksa torunları mı? Çocuğun gözleri, adamın ellerine kenetlendi birden. Olabildiğince kısa kesilmiş tırnakları simsiyah olmuştu. Ellerindeki çatlaklarda da vardı üstelik aynı siyahlık. Çocuk gözlüklerini düzeltti. Okuduğu bir başka dünya gelmişti aklına. Çalışan bir adam, evine elindeki birçok oyuncakla, yiyecekle gidiyordu. Aklında çocuklarını ve eşini mutlu edecek haberler vardı. Nasıl söyleyeceğini düşünüyordu. Çocuk, bir an donakaldı. “ Acaba?” sorusu çakıldı aklına. “Acaba o mu?”. Bazen hayat, kitaplarda gerçekliğe kavuşurdu. Peki tersi olamaz mıydı? Şimdi de kitap, hayatta gerçekliğe kavuşmuş olamaz mıydı? Bakışları önüne eğildi çocuğun. İstemezdi bu adamın, o kitaptaki sonla aynı sonu yaşamasını. Kitaptaki adam çocuklarına birkaç damla gözyaşı dışında hiçbir şey hediye edememişti. Oyuncaklarıyla oynayamamıştı çocuklar. Babalarının kanı bulanmıştı bezden bebeklere. Hiçbir şey pişirememişti eşi. Adamın aldığı meyveler, sebzeler ezilmişti birkaç tekerleğin altında. Çocuk, bakışlarını elindeki kitaba indirdi. Kaldığı satırdan devam etti yoluna.

Yol hayli uzamıştı. Yorulmuştu çocuk. Bir kaplumbağa misali dolanıyordu kıyıda köşede. Oysaki pek de sevmezdi suda yaşayabilen hayvanları. Dokunamazdı onlara fakat zarar da vermezdi hiçbir canlıya. Gerekirse o terk ederdi bölgeyi. Kimseyi evinden etmekten yana değildi. Küçük böcekler de dâhildi buna. “Karıncayı bile incitemez.” Sözüne tepkiliydi. Karıncaları hiç sevmezdi. Ayaklarının altından çekilmeyi bilmezlerdi, bir parça ekmek kırıntısı için gerekirse ordu olup toplanırlardı sağda, solda ya da bir köşede. En çok da masasında görünce sinir olurdu çocuk. Karıncalara uçma macerasını yaşatmayı pek seviyordu. Bunlar dolanırken zihninin birkaç kıvrımında, çocuğun yüzünde yine ufak bir tebessüm belirivermişti. Özleyecekti. Karıncalarını bile çok özleyecekti…

Sonunda gelebilmişti en sevdiği yere. İkinci kez geliyordu buraya, fakat haddinden fazla seviyordu kayalarla suyun buluşmasını. Bir başka kayboluşunda bulmuştu burayı. Bir tepedeydi. Belki de bir uçurum. Falez de olabilirdi? Ne olduğu kimin umurundaydı! Sonuçta kavuşabilmişti en sevdiği yere. Oturuverdi uç kısma. Güneş ihtişamıyla gökyüzündeki yerini almıştı. Olabildiğince derin bir nefes aldı. Bütün havayı içine çekmek, ciğerlerine doldurmak istiyordu. Hatta belki bu havadan bir parça dâhi olabilirdi. İçindeki huzuru hissetti köşe bucak. Yeniden köşe bucak kapılmıştı bir duyguya. Neleri düşüneceğini gözden geçirdi. Nelere odaklanacağını seçmeye çalıştı. Bu sefer akışa mı bıraksaydı? Bunu kontrol etmese daha mı sağlıklı olacaktı? En azından deneyebilirdi. Zihnine odakladı kendisini. O kadar hızlıydı ki düşünceleri! Hiçbirine yetişemediğini fark etti. Saniye bile sürmeden bir başkası geliyordu. Durdurmayı denedi. Fakat hiçbiri onu dinlemiyordu. Gözlerini kazanma arzusu bürümüş yarışçılar gibiydiler. Az kalsın ona çarpacaktı hatta bir tanesi! Odaklanmaktan vazgeçti o da. Biraz dinlenmesi gerekiyordu. Dertleri neydi acaba?!

Çocuğun içini yeniden bir huzursuzluk kapladı. Zamana karar vermesi gerekiyordu. Fakat buna da karar verememişti her zaman ki gibi. Çantasını aldı kucağına. En ön tarafta bulunan küçük bölmeden kahverengi zarını çıkarttı. Zar atacaktı. Zamanı zar söyleyecekti ona. Bu da başka bir kitaptan edindiği başka bir alışkanlığıydı. Karar veremediği durumlarda zara bırakıyordu durumu. Derin bir nefes aldı. Zarı atarken gözlerini kapattı. Derin bir iç çekip gözlerini açtığında gelen sayı onu mutlu etmişti. İki gelmişti. Demek ki yarına kadar zamanı vardı. Peki zamana sığdırabilir miydi bilmem kaç yıllık ömrünü? Sığdıramazdı elbette ki! Biraz da kitap okurdu. Belki yanına aldığı yedek kitabını da bitirirdi. Zarı çantasına yeniden koydu çocuk. Yüzüne de koca bir tebessüm yerleştirdi. Artık özgürdü. İki gündü fakat sorun değildi. Delicesine özgür olduğu koskoca iki gün vardı önünde. Geriye doğru yaslandı çocuk, ayaklarını da sallandırmaya başlamıştı. Daha şimdiden özgürlüğün damarlarına işleyebildiğini hissedebiliyordu. Bu hızda giderse fazla zaman geçmeden ruhuna bile işleyebilirdi. Özgürdü! Yıllarca uğruna savaş verilen şeye sahipti! Teknoloji yoktu, telefonunu arabadan inince satmış ve parasıyla da sokakta dilenen birkaç çocuğun karnını doyurmuştu. İnsan yoktu, kimsenin göremeyeceği fakat istese herkesi görebileceği kadar yüksekteydi. İşin ilginç tarafı gördüğü manzarada deniz, kayalıklar ve güneşten başka bir manzara yoktu. Yüzündeki tebessüm daha da genişledi ve bariz bir sırıtma oluverdi. İçindeki gücü hissetti. Dolup taşacak gibiydi. İstese o an bir kaya parçasını dâhi kırabilirdi! Yelteniyordu ki güçsüz kollarına bakmayı akıl etti. İncecik kolları bir kayayla baş edemezdi fakat bir taşı alt edebilirdi. Yakınındaki bir taşı aldı avuçlarına. Var gücüyle sıkmaya başladı. Tek eliyle başaramadı, diğer elini de suça ortak etti. Avuçlarında koyu kıvamlı bir sıvının varlığını hissedene kadar sıkmıştı. Gereksiz düşüncelerden biri parlamıştı aklında. “Suyunu mu çıkardım?!”. Avuçlarını açtığında kırmızı bir şeyler taşı kaplamıştı. Çocuk avcuna baktı endişe ile. Taşın sivri kenarları derisiyle bir savaşa girmiş ve kazanmıştı. Taşı var gücüyle denize fırlattı çocuk. Bir metre ötedeki bir başka kayanın üzerine düştü taş. Çocuk üzüntüyle bakakaldı taşa. İçindeki güce fazla güvenmişti anlaşılan. Bakışlarını kanayan avcuna çevirdiğinde bir başka hüzün kapladı içini. “Acaba, damarlarıma kadar işleyen özgürlük de mi…?” cümlesini bitiremedi çocuk. Çantasında bulduğu bir bez parçasını sardı eline. Sessizleşti çocuk. Sessizleşti düşünceleri. Seyre daldı sessizliği. Bir başka sessizlik gibi.

Güneş mesai saatini erken bitirmek istiyordu anlaşılan. Bulutların, onu kapatmasına izin vermişti sürekli. Ardından da arkasından kızıl bir boşluk bırakarak gitmeye yeltenmişti. Çocuk kızıl gökyüzüne baktı. Kızıl, mavinin bazı kıvrımlarına o kadar derin işlerken nasıl oluyordu da mavinin onu yenmesine izin verebiliyordu? Kan gibi yayılmıştı kızıl. Kan gibi bir bela olmuştu maviye. Ve biraz zaman sonra kan siyaha dönecekti. Gökyüzü yaralanmıştı. Güneş yaralanmıştı. Dünya kan kaybediyordu, anlamını kaybettiği gibi. Başını iki yana salladı çocuk, kötü düşüncelerden uzaklaşmak istiyordu. İki günü vardı ve onun da yarısı gitmiş sayılırdı. Olabildiğince seslere odaklanmayı denedi. Bir yerlerde kuşlar ötüyordu. Serçe mi? Ya da bir martı? Martı… “… Bir martıyım ben… Yoo, değil… Bir…” devamını hatırlamaya çalıştı. Hatırlayınca yüzünde bir tebessüm belirdi fakat devam edemeyecek kadar yorulmuştu. Çok konuşmuştu zaten. Akşam akşam rahatsız etmek istemiyordu kimseyi. Sustu. Alıştırıldığı gibi… Devam etti dinlemeye. Kim kimin notalarına karışıyordu merak etti. Daha sonra fark edebildi bütün sesler zaten bir ahenge aitti. Kendilerince bir koro idiler zaten! Çocuk bulduğu bu yeni fikirden dolayı heyecanlandı! “Hayatın bir notası vardır.” Sözüne inanmıştı hep! O notalar her zaman yanındaymış! Zayıf ve güçsüz kollarını göğsünde birleştirdi. Biraz üşümüş gibiydi fakat dayanabilirdi. Dalgaların sırasındaydı şimdi. Birer tempo tutturmuşlardı. Dinlediği müziği bildiği bir eserle eşleştirmeye çalıştı. Başaramadı. Başaramazdı da. Biliyordu, hiçbir insan doğayı yenemezdi. Dinledi. Yalnızca dinlemekle yetindi. Aklındaki bütün notalar silinmiş gibiydi. Bildiği, ezberlediği bütün şarkıları, besteleri unutuverdi. Demek ki insan bu kadar geçiciydi. Zihnindeki her kıvrıma işledi bu yeni notaları. İlmek ilmek… Satır satır… Ve daha nice ikilemeler yansıdı çocuğun gözlerindeki huzurda. Kitabını aralayası geldi içinden. Genelde müzik dinlerken aralardı yeni dünyasının kapısını. Bu müzikle de kitap okumayı deneyebilirdi. Sonra vazgeçti. Ayağa kalktı. Ayakkabılarını çıkarttı. Ayakları toprağa basınca yeniden bir güç hissetti içinde. Bu sefer yanılmayacaktı. Gücü nasıl kullanması gerektiğini biliyordu. Ne yapması gerektiğinden adı gibi emindi. Çıplak ayaklarıyla toprağı hissetti önce. Etrafına baktı. Her yeri ezberlemeye çalıştı. Sahnesini ezberlemeye çalıştı. Gözlüklerini çıkarttı. Anlamsız bir biçime kavuştu dünya. Elindeki kanlı bez parçasını çıkartıp gözlerini bağladı ardından. Karanlıkta buldu kendisini sanki. Biraz beklemeye karar verdi. Seyircilerin yerlerini alması gerekiyordu. Duyduklarına odaklandı. Önce küçük adımlar… Sonra dalgalarla asıl darbeleri yapmalıydı. Ritmi yakaladı çocuk. Hayatında ilk defa hayatın ritmini yakaladı. Dans etmeye başladı. İçindeki güç daha da güçleniyordu. Hissediliyordu! Bulmuştu! Doğru olanı bulmuştu! Daha da hevesle dans etti çocuk. Müziği belliydi. Doğaydı. Durmadı çocuk. Soğuk rüzgârlar esti, belki de kurtlar uludu ama durmadı çocuk. Her defasında adımları daha da kararlıydı toprakla buluştuğunda. Pes etti rüzgâr! Sonunda o da eşlik etti çocuğa. Birlikte süzüldüler ufuk çizgisinde. Çelimsiz kolları o kadar güçlüydü ki rüzgârı bile ince belinden kavrayabiliyordu! Döndü çocuk yerinde. Müziğe ayak uydurdu. Sonra da müzik ona. O an hissetti, bir bütün olmuştu doğayla! Çözüm buydu işte! Doğayla bütün olmaktı! Dans etmekti! Yüzünde derin bir iz bıraktı gülümsemesi! Bıraktığı aynasından tekrardan ödünç almıştı! Adımları süzüldü, bedeni süzüldü karanlıkta ve pes etmedi kimse. Karanlığın içinde bir başka karanlık süzüldü. Uçurumun en kenarına geldi çocuk. İnce bir ipin üstünde yürür gibi duraksadı. İçine kapandı. Düşmesi an meselesiydi. Parmak ucunda dururken bir adımını öne doğru attı. Gülümsedi. “Zamanım var.” Dedi çocuk ve geriye doğru sıçradı. Güneşi dans ederek karşıladı. Selam verdi sonra da. Yıldızlar bir başka parladı o gece. Gündüz gibiydi gece de. İnsanlar bir başka baktı gökyüzüne. Çocuk bir başka özgürdü, insanlık bir başkaydı. Yoruldu ve uzandı yere. Gözlerine bağladığı bezi çıkardı. Güneş tamamen tepedeydi artık. Uyumak istedi birden. Eğlencenin izlerini taşıdı yüzünde bir süre. Sonra yavaşça kapandı gözleri. Rüzgâr estikçe bedenine yapışan siyah tişörtü yine vurmuştu yüzüne çelimsizliğini. Aldırmadı çocuk. Uyudu sadece. Formülü bulmuştu sonuçta. Bunu herkese söylemeliydi.

Uyandığında kızıla boyanmaya başlayan bir gökyüzü karşıladı onu. Elini uzattı gökyüzüne. Sanki bozabilirdi resmi. Eli kayboldu gökyüzünde. Kimse umursamadı sanki onu. Derin bir nefes aldı çocuk. Ne kadar da çok uyumuştu meğerse. Boynunu ovaladı. Sırtı ağrımıştı. Gerindi. Esnedi. Ayaklarına baktı ardından. Çalılar çizmişti her yerini. Taşların sivri uçları da batmıştı üstelik. Dert değildi bunlar. Ayağa kalkmaya üşenmişti. Hayatında hiç bu kadar uzun süre dans etmemişti. Dinlediği hiçbir müzik bu kadar uzun ve bu kadar dehşet verici değildi. Emekleyerek yeniden çizgisine gitti. Oturdu. Ayaklarını sallandırdı. Esen rüzgâr yaralarını yalayıp geçiyordu. Dinlenmek gibisi yoktu. Olabildiğince derin bir şekilde nefes almaya başladı. Kızıl hâkim olmaya başlamıştı yine. Kararsızdı yine. Zaman dolmuştu fakat ne zaman çalacaktı zil bilmiyordu. Çantasının ön tarafındaki küçük bölmeye gitti eli. Zarı kavradı. Hissetti parmakları arasındaki varlığı. Salladı zarı. Gözlerini açtığında garip bir duygu kapladı her yanını yeniden köşe bucak. Zar yoktu. Zaman şimdiydi. Eli yeniden çantasına uzandı. Bir defter bir de kalem aldı eline. Birkaç karalamanın arasına keşfettiği formülü yazdı çocuk. Ayağa kalktı. Bez parçasını yeniden gözlerine bağladı. Veda etmeye hazırlanan güneşe selamını verdi. Son selamını. Hissetti. Müziği dinledi yeniden. Dalgalar daha şiddetliydi bu sefer. Ritimler sertti. Olabildiğince bir savaş sahnesinde gibiydi. Durdu çocuk. Dizleri üstüne çöktü. Kollarını iki yana açtı. Nefesinin düzelmesini bekledi. Bekledikçe doğanın ona acıması artar gibiydi. Ritimler yumuşadı. Yavaşça ve daha da hissederek ayağa kalktı. Ritimden bir parçaydı sanki. Süzüldü yeniden. Aydınlıkta duran bir karaltıdan karanlıktaki karanlık olana kadar durmak nedir bilmedi. Hayatlar gelip geçti. Ölümler oldu. Yeniden doğanlar ve de… Evinden ayrılanlar oldu. Ağlayanlar ve de gülenler… Birileriyle aynı zamanda dans etti çocuk. Annesi geldi gözleri önüne. Onunla da dans etti. Sarıldı sıkıca ona. Sonra kulaklarında yankılandı kadının nefret dolu sesi. Olabildiğince kaçtı çocuk. Birden sırtında bir darbe hissetti ve olduğu yere çöktü. O vardı karşısında. Babası elinde bir şeylerle vuruyordu ona. Kaçmaya çalıştı çocuk. Dayanamadı canının canına vurmasına. Sıkıca sarıldı adama. Sonra birden güzel bir koku yayıldı etrafta. Sevdiği kadınla dans etti adam. Evet, koca bir adam olmuştu çocuk. Ölmek çocukların işi değildi çünkü. Gücü de hissetti adam. Çıplak ayakları altında ezilen çalıların seslerine odaklandı ve aniden durdu yerinde. Eğildi yeniden kadına hürmet eder gibi. Hürmet etti adam. Artık adamdı. Artık insandı. Süzüldü rüzgârın esintilerinde defalarca. Kimi zaman çok üşüdü. Kimi zaman nerede olduğunu dahi unuttu lâkin durmadı adam. Büyümüştü artık. Ufuk çizgisinde dans etmişti. Dans edebilmişti. İki defa sıçradı adam ve artık ince çizgideydi. Kolları iki yanda, parmak ucunda, en ince çizgide: Ölümle yaşam arasındaki ince çizgide….

Hissetti. Gurur duydu. Ağladı. Özledi. Güldü ve hatta kahkaha attı. Sinirlendi. Kavga etti. Feda etti. Affetti. Güldürdü. Şaşırdı. Hayâl etti. Düştü. Kalktı. Yeniden düştü. Darbeler aldı. Sevdi. Değersiz hissetti… Bir insan olduğunu anladı adam. Güçlü ya da zayıf; önemli ya da değersiz; var ya da yok; robot ya da hayalperest. Bir insandı o. Bir insan‘dı’. Ölümle yaşam arasında o kadar ince bir çizgi vardı ki… Bir ip üstünde yürüyor gibi yaşarız. Ya sağa ya da sola düşeriz. Ya cennete ya da cehenneme. Sormadan, sorgulamadan bize verileni yaşar gideriz. Neden diye sormak gerektiğinde lâl oluruz hepimiz. Biri öldürüldüğünde, biri güldüğünde, biri ağladığında, biri sevdiğinde susmasını emrederiz. Hepimiz güçlüyüz aslında. Güçlü olduğuna inandığımız insanlardan daha güçlüyüz üstelik. Bilemeden içimizdeki formülü, doğru biliriz gücün, gücü öldürüşünü. Susmaya yemin mi ettik doğmadan evvel? Sevmemeye, bilmemeye? Adam bir adımını boşluğa attı usulca gözlerindeki bağı çözerek. Rüzgârın yüzüne çarpması hayatın ona çarpmasından daha hafifti. Süzülüyor muydu yoksa yine? Hayır, uçuyordu bu sefer. Bütün gücüyle haykırdı, “Bir martıyım ben!”. En sevdiği replikti bu adamın. Karıncalar geldi aklına. Bir karıncaydı o. Uçmak ne de heyecan vericiydi oysa ki! İnsanlar neden uçamıyor ki? Aptallığına güldü; çelimsiz bedeni, hayran kaldığı ritimlerin sahibi denizle buluşurken. İnsanlar uçabilecek kadar özgür olursa, dünyada barış kelimesi kalmazdı.

Battı iyice suda. Nefes alamıyordu. Almak için ihtiyaç da duymuyordu artık. Gözlerini aralayıp yıldızlara baktı. Son dansında da ona eşlik etmişlerdi. Elini uzattı. Dokunabilecekmiş gibi. Dokunamadı. Kaburgalarında bir baskı hissedene kadar gülümsemeye devam etti. Bir kızıllık kaplayınca gözlerinin önünü yeniden… Dibe doğru gidemiyordu artık. İki kayanın arasına sıkışmış ayağına baktı. Hareket etmedi. Ciğerlerindeki sancı dayanılmazlaşınca kararsız kaldı yeniden. Zarını istedi birden. Birileri onu duymuştu sanki. Biraz ilerisinde duruyordu kahverengi kaderdaşı. Denk gelen sayıyı okumaya çalıştı. Olmadı. Yapamadı. O da ilk defa kendi kararını verdi ve gözlerini açık tutmaya devam etti. Yıldızlarla bakıştılar uzunca bir süre. Sonra… Sonra adam ilk defa karanlık gibi değil; karanlığın ta kendisi oldu. Adam kayboldu; çocuk ağladı. Gözyaşları karıştı ritimlere. Adam ritimlerden bir parçaydı artık. Ritmin ta kendisi... Uyudu ve yıldızlar da kayboldu. Koskoca bir bulut kapladı göğü ve her yeri inleten bir yağmur ıslattı insanların nefret ve savaşla kirlenen bedenlerini. Adam öldü. Kimileri ağlarken, kimileri gülerken ve kimileri de dans ederken… Rüzgâr defteri araladı, sayfalar çevrildi. Resimler geçti. Yazılar ıslandı ve durdu bir sayfada. Kim bilir kaç damla düştü sayfaya. Ezberlemek ister gibiydiler. Rüzgâr estikçe esti… Sayfada yazılanlar fısıltılar halinde karıştılar karanlıkta umut arayan her karanlığa. Bir mırıltı duydular karanlığa karışanlar veyahut bir öğüt: “Her insanın içinde delicesine bir güç birikir. Kimisi savaşır, kimisi kırar, kimisi yıkar, kimisi darmadağın eder dünyayı. İçinizdeki gücü keşfedin fakat savaşmayın; dans edin. Bırakın müziğinizi de doğa bestelesin. Benden Buraya Kadar. Gülümseyin…”