Yağmur Damlaları

Küçük bir çocukken kar yağdığında sevinçten dört köşe olurdum. Kar demek kardan adam demekti. Havucu burnuna taktıktan sonra, biraz bakıp havucu tekrardan alıp yemem demekti. Kar yağdığında sobanın etrafına toplanırdık ailecek. Kar demek anne ve babanın sevgisiyle rüyalara dalmak demekti. Kar yağdığında sevmediğim durum bir ayağımın kayması korkusunu sürekli yaşamamdı bir de annem ve babamla uyurken hangisine sarılacağıma karar veremememdi. Ayrımcılığın kötü bir kavram olduğuna daha o yaşlarda alışmıştım ben.

Evimiz sahile bakardı. O zamanlar küçüktüm, bilmezdim manzaraymış, huzurmuş falan. Benim için deniz o zamanlarda balık tutma eğlencesiydi sadece. Ara sıra balık tutardık babamla. Ben daha çok gözetleyen ve tutulan balıklara işkence yapan taraf olurdum. Kar yağdığında da kardan adamlara sataşırdık.. En sevdiğim iki mevsimin en sevdiğim etkinliklerden ikisi: yazın balık; kışın kardan adam avlamak... Tanımadığımız kardan adamlarla kavga etmek, onları yerle bir etmek gibi güzel bir heyecan olmazdı benim için. Kardan adamlara kar topu atıp onları yenmenin verdiği bir başka çılgınlık gelmezdi çocuk aklıma. Okulda karların içinde bir sürü şekil olduğunu öğrendiğimde daha da sevmiştim bu gizemli şeyleri. Hatta bir büyüteç alıp onları incelemeye bile çalışmıştım; lâkin elime aldığım her parçanın su olma süreci hızlandığından dolayı bir türlü inceleyememiştim. Aklımda ise kitaplarda yer alan şekillerle kaldılar. Şimdilerde ise hayli üşenmekte bu yetişkin aklım.

Hayattan beklentilerim o kadar çok oldu ki benim. Birisi şu kar taneleri diğeri ise... Yalan değil çocukken herkes gibi zengin olmak isterdim. Zengin olunca bütün aileme yardım edecektim, yolda dilenen insanlara, çocuklara, yaşlılara… Daha o zamandan biraz fazla hayalperestmişim galiba. Benim istediğim ne her şeyimin olması ne de aç gözlülük ve benzeri tırı vırı. Büyüdükçe hayallerim arttı fakat bu zengin olma isteği hiç geçmedi. İtiraf etmem gerekirse zengin olunca yardım edeceğim kişilerin yönü biraz değişmedi değil. Büyüdüğüm içindir belki. Büyüyüp de insanların gerçek yüzlerini gördüğüm içindir. Cüzdanımı çıkarttığımda başka bir yere bakmaktansa ya da başını önüne eğmektense gözlerini cüzdanıma diken insanları sildim mesela. Önce babamla annemi sonra da ihtiyacı olan tüm insanları refaha kavuşturmak oldu hayalim. Adı üstünde hayal işte. Kurması bedava sonuçta. Karışılamayan tek hazinemiz işte. Daha nice hayalim vardır benim… Sayarsam bitmez şimdi. Dedim ya biraz fazla hayalperestim diye. Ayağımın taşa takıldığı zamanlarda yanımda bulamadıkça birilerini, daha da genişlettim, çoğalttım hayallerimi.

Birçok dost (!), birçok kardeş(!) gelip geçti. Neredeler mi? Hepsi anılarda birer misafir oluverdiler. Geçmişe ziyarete giderim ara sıra. O zamanlar onlara da uğrar, unuttuklarımı hatırlarım yeniden. Hatırladıklarım, hatırlayacaklarımı azaltmada yardımcı oluyorlar da bana. Bazı yolculukları kısa kesmek gerekiyor, benden demesi. Şimdi? Şimdi büyüdüm biraz daha dedim ya… Yaşımın gerektirdiğinden daha çocuğum ama çocuk yaşımdaki benden daha olgunum. Bu da büyük bir ihtimalle şu hayalperestlikten kaynaklanıyor. Açıkçası ben pek duyamadım; yirmisine gelmiş birinin halâ karanlıkta saklanan bir şeyler olduğuna inandığına. İnanlar varsa da korkmasınlar yalnız değiller. Gelgelelim ki şu “olgun” kısmında emeği geçen çok insan var. Kasım ayından nefret etmem sağlansa da büyütüyor insanı bazı duvarlar ve bazı korkular. Girsem nedenlerine, çıkamayız işin içinden. Nicedir zaman geçip gitti, ben bile çıkamıyorum ki işin içinden. Sonuçları tartışılır belki, verdiği hasarlar da tartışılsın hadi. Konuyu mu değiştirsek? Doldu benim gözlerim yine. Ah şu zoraki olgunluk yok mu ne de beladır başa…

Hayaller… İtiraz eden kitlenin destekleyen kitleye oranı kat ve kat fazla olsa da büyükler sınıfından bir başka hayalimdir tiyatro. Dikkatinizi çekeyim filmdir, sinemadır falan demiyorum size; tiyatro diyorum. Olmasın bir yanlışlık. Bilmediğim bir başlığın bilmediğim bir paragrafında hayranlığımı yazmışımdır bu sektöre karşı. Fakat… Hayalimin hangi köşesi ya da köşeleri ona aittir, bilinmez bir soru… Hani kimsenin cevabı kabul etmediği sorulardan. Ne de ilginç değil mi? “ Benim en büyük haylim tiyatroda yaşlanmak!” diyesim gelir ve bir ses hemen el koyar duruma, “Uluslararası İlişkiler peki? O bunun neresinde?” ve ben susarım. Susmamı fırsat bilen sesler hemen artışa geçerler! “ Onun geleceği yok!” , “ Aç kalırsın!” , “Bu kadar zahmet boşuna mıydı?”, “ Derslerine odaklan!”, “ Bu etkinlikleri biraz kesmek gerekiyor.” … Dahasını da yazmak isterdim fakat gitmiyor elim, kendi canımı daha fazla yakmaya… Ne de basit cümleler oysaki değil mi? Kapalı ardında konuşan ses kütleleri işte hepsi. Dediklerini yaptığım sesler, bir gün bu hayallerden geriye bir parça toz bile bulamayacaklar da neyse. Ama yine de seviyorum ben bu sesleri. Hepsinin bana kattıkları farklı. Ve de katacakları…

Hep bu kadar çocuk değilimdir aslında. Moral olarak sıfırı ve hatta eksileri bile gördüğümde daha çok büyüyorum sanırım sadece yeniden çocuk olana kadar. Şarj olana kadar anlayacağınız. Ya da tamamen toplamam gerektiğinde kendimi. Her insanda olduğu gibi yüzüm asılır, ciddi bir ifadeye ev sahipliği yapar yüz hatlarım. Düşüncelerim derinleşir. Uzun uzadıya dalarım boş noktalara. Manzara olmamasını tercih ederim. En güzel manzarayı en kötü renklerle boyamak istemem açıkçası. Dedim ya dağılmışsam eğer tamamen Kasım gibi… Yayılma oranına göre değişir tepkim. Çok yayılmışsam, canım acımışsa en derinden, kalbin yerinde başka bir ağırlık varsa, zihnim de kör kuyulardan farksızsa, güneşi ellerimle batırır ve daha da siyaha gömerim kendimi. Gözlerim her zaman davetsiz misafirlerin gazabında olur mesela. Oluyordur illa sizde de. Ağrı eşiği ne kadar yüksek olursa olsun o eşiği geçebilecek maddi ya da manevi bir şeyler vardır. Derin derin iç çekerim sanki en derin nefeste bütün felaketler gidecekmiş gibi. Gitmez, derinleşir o ayrı tabii. Sanki sahnede başka birini oynuyormuş gibi, ben değilmiş gibi hissederim. Hani oyuncular sahneye çıkmadan evvel kimliklerini sahne dışına asarlarmış ya… Ben de ruhumu asmışım gibi. Kasımda mesela nedendir bilmem ama parça parça çıktı bunun acısı. Aniden derin sulara dalıp nefesim bitince yüzeye çıkamadım. Önce bir bariyer vardı önümde, suya atlayamadım. Daha sonra bir bakmışım ki zaten derin sulardayım. Nefesim varken yüzeyde ama yeni bir nefes almaya ihtiyacım varken en derindeymiş gibi. Kurtaracak kimse yokmuş gibi… Parça parça çıkıyor yani hala onun acısı. Bakalım nasıl geçecek bu eşik. Kasım eşiği. Bak başladı yine derin nefesler. Fazla karamsarlaşmadan bu konuyu da bir sonraki paragrafa geçerek kapatabiliriz bence.

Ve sanırım yukarıdaki paragraf sondu. Yazarken biraz fazla kaptırdım galiba kendimi, bir boşluğa düştüm sanki. Zihnim yine bir karardı gibi. Neyse, sizin her zaman aydınlık bir köşeniz olsun ya da şu deli canavarlardan saklanmak için siz de siyah giyin…