Hikaye Tadında

  Cuma akşamlarını her zaman sevmişimdir. Çocukken daha da çok severdim. Her Cuma, anneannem hayattayken , okuldan sonra oraya giderdik. İçerenköy'e. Bayağı eğlenceli geçerdi orada zaman. Mesela anneannemin tuzsuz yemeklere tepkisi her zaman güldürmüştür beni. Bir de teyzemlere kızdığı zamanki tepkileri. Çoğu cuma ahali toplanırdı, o 3 gözlü evde. 9 kardeşten gelebilenler gelirlerdi. Çoluk çocuk hep beraber yatardık döşeklerde.

    Ben geldiğimde çoğunlukla dayım da gelmiş olurdu. Şimdilerde pek olmasa da ben çocukken çok düşkünmüş bana. Bir de bu yüzden özlerim o günleri. Çok seviliyorduk be arkadaş. Dayımdan söz ediyordum değil mi... Hah dayım... Ailenin tek erkek evladı. Soyadı devam ettiren kişi. Ben geldiğimde hemen eve gelen ve benimle çılgınlar gibi oynayan adam. Çok severdim onunla oynamayı. Karşılıklıymış demek ki. Bir de tek dayım. E siz düşünün önemini. Dayımla ilgili hatırladığım en net anılardan biri de babamla benim hangi işareti yapacağım konusundaki tatlı inatlaşmalarıdır. Dayım bozkurt yaptırmaya çalışırdı; babam ise doğru olanın " barış işareti" olduğunu söylerdi. Bu konuda asıl kahramanımı dinlemiş olmam maalesef ki takım tutma konusunda beni ikna etmesini sağlayamamıştı. Bu konuda da dayımın sözünü dinlemiştim ve Galatasaray'ı tutmuştum. Sanırım bu yüzden daha da severdi beni. Bunu ona sormak gerekir aslında. Fark ettim de özlemişim o günleri... Kim özlemez ki? Düşünsenize orta boylu bir evde bir sürü teyze ve kuzen... Herkes birbirini o kadar çok seviyor o kadar çok seviyor ki anneannem öldükten sonra yapacakları şeyler akıllarına bile gelmiyor... Özlenmez mi o günler be!  

   Dönemimin en haşarısı mıydım bilemem ama şimdilerde bile ziyarete gittikçe " hadi bizi eğlendir." Der gibi baktıklarını görebiliyorum. Her ziyaretimde mutlaka doğaçlama bir resitalim olur. Anneannemin yerine koymaya çalıştığım en büyük teyzemin taklidinden tutun da annemin hatta bazen de dizi karakterlerinin taklitlerine kadar bir sürü tipleme yaptırtırlar bana. En büyük eğlencedir bizim için o an kahkahadan kahkahaya atlamak. Ben de severdim o zamanları ayrıca. 

   Her neyse ne diyorduk? Ha evet, ben en çok Cuma günlerini severdim bir de bayram tatilleriyle yılbaşı tatillerini. "Neden?" Diye sormayacaksınız elbet, " çocuk bu elbet sevecek tatilleri." Diyeceksiniz ama sevme nedenim bir o değildi elbette ki. Anneannem zamanında yılbaşını falan en büyük teyzemin evinde kutlardık. Ben de bu fırsattan istifade yaşıtım ve en yakın arkadaşlarım olan kuzenlerimi görebiliyor, onlarla aynı uykuya dalabiliyor ve hatta aynı sabaha aynı kahkaha ile uyanabiliyordum. Nasıl da güzeldi o zamanlar... Şimdilerde ise sanırsam pek haberimiz yok birbirimizden. Yılbaşlarında birbirimizden bir haberiz. Lakin çocukken öyle değildi. Bizim ve hatta gelen misafir çocuklarının tıkıldığı bir oda vardı o en büyük teyzemin evinde. "Arka Oda" derdi ev halkı. Hah işte tam da o odada deli dolu anılarımız olmuştu bizim. Eski Türk filmlerini canlandırırdık, kendi rap grubumuz için beste yapardık, halay çekerdik, dans ederdik, doğaçlama oyun yapmaya çalışırdık ve hatta onlar da bir taklit resitali isterdi, ders çalışırdık, hoşlandığımız çocukları çekiştirip muhabbetin dibine vururduk. Mesela yapmayı en sevdiğim şeylerden biri onlarla hayal kurmaktı. Basit hayallerdi bizimkiler ama : Aynı üniversiteyi kazanıp, aynı yerde kalmak, evlendiğimizde evlerimizin çok yakın olması ya da sürekli birlikte vakit geçirmek gibiydi... Teknoloji bir o odayı ele geçirememişti biliyor musunuz. Biz birlikteyken yaşımız kaç olursa olsun oyun oynardık. Kim bilir belki yine o odada buluşsak yine oynarız çılgınlar gibi hem de hiç utanmadan.  

   Bir de Moda var tabi. Okul hayatımın ilk dört yılını geçirdiğim yerdir orası. Hala hatırımdadır anılarım. Mesela okula başlayacağım ilk günki heyecanımdan dolayı okula giderken anneme sürekli çantamda ne olduğunu sormam gibi. Kadıncağız o yol boyunca az cevaplamadı aynı soruları. İlk çantamdı ne yapayım. Kırmızı, tek gözü olan, üzerinde de Sylvester ve Tweety baskısı olan bir çantaydı. Uzun yıllar onu kullanmıştım. Ben severdim çantamı ya. Az kahrımı çekmemişti sonuçta. Hele ki kalemlerim... En çok onlar çekmiştir kahrımı. E defterlerim de eşlik etmişlerdir elbette ki ona. Kim bilir nasıl da zorlandılar ödevleri yanlış yaptığımı bana anlatmak için. Hele ki İngilizce defterim. Matematikten sonra en çok o çekmiştir kahrımı. En son şöyle bir anı hatırlıyorum ödevimle ilgili : Henüz ikinci sınıftayım, Simple Present Tense öğreniyoruz. Tabi o zaman ki aklımla her zaman yaptıklarımızı anlatırken kullandığımız konu. Hocamız ödev olarak Türkçe cümleleri soru cümlesi olarak çevirmemizi istemişti. Mesela, "Bu bir kuş mudur?" Sorusunu İngilizce yazmamızı istemişti. Ben de zekiyim ya sözde... Hatırlayamadım bir türlü sorunun nasıl yapıldığını. Normal cümle olarak yazdım. Soru olduğunu da ses tonumdaki vurguyla veririm diye düşündüm. "It is a bird?" yazıp babama gösterdim kontrol etmesi için. Tabi anlattı doğrusunu bana, " Is it a bird?" yaptırdı nedenini anlatarak. O an çok şaşırmıştım çünkü doğru cevaba bu kadar yakın olup da yanlış yapmıştım. Diyorum ya İngilizce defterim de Matematik defterim de liseye kadar çok çektiler benden. Tabi sadece defterlerim de değil annemle babam da çok çektiler benden. Moda'da iken çalışma masam -hatta ilk çalışma masam -katlanabiliyordu yani taşınabiliyordu. Ödevlerimi yapamadığımda babamla ya da annemle yapmaya başladığımda salonda televizyon  izleyerek yapmaya çalışırdım ve her defasında yakalanıp farklı bir yöntemle çalıştırılırdım. Tabi ben ondan da bir kaçış yolu bulurdum. Bir gün yine bir dersle garip ilişkiler içindeydik ki salona gittim babam yardım etsin diye. Anneme benden gına gelmişti artık ve babama devretmişti beni. Kurdum masamı babamın tam yanına ama televizyonun da tam karşısına. Babamın birkaç uyarısına rağmen ders yerine televizyona odaklanınca babam çözümü masamın yönünü değiştirmekte bulmuştu fakat televizyondaki görüntüyü ayna gibi yansıtan arkadaki ( ama artık benim önümdeki) vitrini unutmuştu. Ben yine bir türlü odaklanamayınca bu sefer devreye annem girmişti. Elindeki beyaz çarşafı vitrine örtüp yeni yöntemimi de fes edince... 

  Böyleydi derslerle ilişkim. Ama şunu da eklemeliyim ki eğer şuan başarılıysam bu annemin beyaz çarşafları ve babamın destekleri sayesindedir. Bu demek değil ki annem ders çalıştırmadı. Beni en çok annem çalıştırırdı hatta ,tabi İngilizce hariç. Onda sadece yaptırım uygulardı. Mesela babamın ben ilkokul üçteyim diye gidip aldığı Level 3 İngilizce hikaye kitaplarını zorla çevirttirmek gibi... Ama iyi ki de yapmış. En azından bir temelim oldu şuan ( sağlamlığı ilgili profesörler tarafından tartışılır olsa da!).  

   Moda mı diyorduk? Çocukluğumun en hatırlanır sahnelerinin sahibi... Mesela ile başlayayım yine, çok güzel bir odam vardı. Duvarları turkuaz mavisiydi. Çizgi film karakterlerinin süngerden yapılma süsleri vardı üzerlerinde. Hele ki bir pencerem vardı benim... Hiç sormayın! Karşı apartmanımızın en üst katında bir Mehmet Amca vardı. Her gün konuşurduk. "Cici kızım" derdi bana. Arada sırada da "cimcime". 70 küsür yaşlarımdaydı yanlış hatırlamıyorsam. Sürekli muhabbet ederdik onunla. Çok güzel bir sohbeti vardı. Beni çok severdi. Çok kültürlü bir beyfendi idi. Bir gün bir şey olmuştu ve ben çok kırılmıştım Mehmet Amca'ma.Bir süre hiç konuşmamıştım. Daha sonrasında ise konuşamamıştım zaten... Kırgın ayrıldık birbirimizden. Bir sabah uyandığımda sokağımızda bir ambulans vardı. O an anlayamamıştım. Onların apartmanının en alt katında kendi yaptığı boncukları satan, Şeker'in sahibi olan sarışın, orta yaşlı abla anlattığında anlamıştım. Kalp krizi geçirmişti.Ardından da bana hiç haber vermeden gitmişti. Anneannemden hatta teyzemden bile önce tanıştığım ilk ölümdü o... Hatırlayabildiğim ilk ölüm. Kendimi halasına suçlu hissederim biliyor musunuz? Keşke biraz daha konuşabilseydim onunla. Mehmet Amca idi bu. Karşı komşum, cam kuşum, boncukçu ablamın da babasıydı. O günden sonra o ablayı da Şeker'i de hiç ama hiç görmedim. Belki onlar da...  

   Boncukçu ablamdan da söz etmem gerekiyor şimdi değil mi? Elbette ki öyle. Dedim ya apartmanlarının en alt katında bir dükkanı vardı. Kolye, küpe, yüzük falan yani takı namına ne varsa orada yapardı hatta bir ara bana da öğretmeye başlamıştı. Tabi ben Şeker'le oynamaktan zaman buldukça öğreniyordum. Şeker demişken onunla ilgili ilk hayal kırıklığımı anlatmadan edemeyeceğim. Bir gün ablaya Şeker'in kaç yaşında olduğunu sordum. O da bana bizim dünyamızda  on küsür ama köpeklerin dünyasında daha yaşlı olduğunu söylemişti. İşte o an... Köpeklerin dünyasını hayal etmiştim. Akşama kadar insanlarla vakit geçirip, akşam olunca bütün köpeklerin gittiği yerdi orası benim için. Tabi büyüdükçe gerçekleri öğrenmiştim. Mecazi bir dünya imiş. Fakat halasına da Şeker'i ağzında ekmek poşetiyle kendi dünyasındaki evine gittiğini hayal ederim. Bazen kırıntılar kalır işte. 

 Moda deyince anlatılmak için sabırsızlanan birçok anı birikintisi geliyor aklıma. En komedi anılarım genelde okulda olmuştur. Mesela arkadaşlarımla, yaşıtlarımla pek iletişim kuramazdım ben. Müdürle, öğretmenlerimle daha iyi iletişim kurardım. Özellikle de müdürlere karşı bir iletişim zorunluluğum var galiba. Gittiğim her okulun müdürü ile mutlaka bir derin sohbetimiz oluyor. E öğretenlerimi de yabana atmamak lazım tabi. Çocukken daha olgunmuşum. Büyüdükçe çocuklaşmışım sanırım ben her ne kadar yanlış olsa da. Müdürler falan diyorduk değil mi biz? Evet evet müdürler. İlkokuldaki müdürümüz Hüseyin hoca çok ama çok cana yakın bir insandı. Hemen hemen her teneffüs yanına giderdim, muhabbet ederdik. O şimdikiler gibi başından savmaktansa baya baya dinlerdi beni. O da severdi beni sağ olsun. İstiklal Marşı'nı güzel okuma yarışmasında birinci olunca hediyemi de o vermişti bana. Baya mühim anlardı benim için. Dedim ya yukarıda bir yerlerde çocukken olgundum diye. Hah işte size bir kanıtı: sınıfta tahtaya çıkıp, bir konu hakkında istekli olarak konuşma yapan tek deli bendim. Severdim o konuşmaları. Arkadaşlarıma, öğretmenimi üzüyor diye kızardım mesela. Ödevlerini yapmıyorlar diye mesela ki bunu vitrinden televizyon izlemeye çalışan çocuk yapıyor düşünün çelişkiyi.Şimdi fark ediyorum da jestlerimi kullanırdım en fazla. Yüz ifademden daha çok şey anlattığımı düşünürdüm onlarla. Şimdi ise kimine göre gözümdeki tek bir pırıltı ile bile, mimikte oluşan milimlik bir ifade ile bile çok şey anlatabiliyormuşum herkes gibi. Ama olsun bu jestlerim bana teneffüslerde hiç tanımadığım insanlarla gibi olmam konusunda büyük yardım ettiler. Hiç tanımadığım çocuklarla yerden yüksek oynardım, onları taklit ederdim çoğu kez dışlanmamak için... 

   Daha anlatacak çooook anı var aslında. Hepsi de bana göre deli dolu şeyler. Anlamsızlar belki ama bana aitler. Bir zamanlar ki bana ya da. Neyse artık, bir başka anı menüsünde görüşmek dileğiyle diyelim ...