Kasabanın sokaklarında gezinen gözüm bir türlü görsel zihnimi canlandıramıyordu. Ne yaparsam yapayım hiçbir türlü beynime tanıdık gelen bir şey bulamıyordum. Benim geçmişim neydi? Geçmişte ben kimdim? Bu soruların cevabına belki de kısa bir zaman sonra ulaşacaktım. Belki de asla ulaşamayacaktım. Düşünceler arasında kaybolduğumu hissettiğim anda yanımda oturan Şerifin sesini duydum.
“Burası bayım.”
Ona baktığımda eliyle sokağın sonundaki evi gösteriyordu. Diğer evlerle aynıydı. İki katlı, sundurması geniş, balkonu sadece ön cepheyi kaplıyordu.
Ev hiçbir şekilde kaybolan anılarımı canlandırmamıştı. İçten içe sinirlenmeye başlamıştım. Sinirimin dinmesi için arabadan indim.
Yağmur saçlarıma değdikçe sinirimin yatıştığını hissediyordum. Arabanın sesini duydum. Arkamı döndüğümde yağmur bulutuna doğru giden bir araba gördüm. Şerif olmalıydı. Önümü döndüğümde birden başım döndü. Bu baş dönmeleri de travmanın cilveleri olmalıydı. Kaldırımda hafifçe sallandım.
Yavaşça eve doğru yaklaştım. Sokakta gördüğüm kadarıyla kimse yoktu. Yağmur, ev ve ben vardık. Başımın ağrısı yavaş yavaş yoklamaya başlamıştı. Islanan üstüm vücuduma yapışmıştı. Sundurmaya gelince bir az bekledim. Yağmurun yağışını izlemeye koyuldum. İçeri de beni neyin beklediğini tahmin bile edemiyordum. Islanmış paltomun iç cebine koyduğum anahtarı çıkardım. Derin bir nefes aldıktan sonra kapıya anahtarı soktum. Kilidi açtıktan sonra kapıyı yavaşça içeriye doğru ittim.
Kapı gıcırdayarak açıldı. Beni ilk karşılayan küf kokusu oldu. Kuru hava boğazımda hafif bir gıcık yapmıştı. Kısa öksürükten sonra içeriye girdim. Kapı eşiğinde durdum ve içerisini süzdüm. Karşıma ilk merdiven çıktı. Tam solumda da bir kapı vardı. Sağ tarafımda ise geniş bir salon yer alıyordu. İlk salona yöneldim. Eşyaların üstü beyaz renkten tozla beraber griye dönmüş bir örtüyle kaplıydı. Örtülere dokunmak istemedim. Merak içinde sol taraftaki kapıya yöneldim. Kapıdan geçince ufak bir hol olduğunu gördüm. Meraklı keşfim henüz bitmemişti.
Ahşap merdivenin üstünde yavaşça tırmanırken elimle de tırabzandan destek alıyordum. Hafif yüklenince tırabzanın eğildiğini anladım. Bu evde bir zamanlar birilerinin yaşadığı belliydi. Ama yaşayanlar uzun zamandır buraya uğramamış gibiydiler. Her yer toz içindeydi. Hapşırmamak için kendimi sıkıyordum.
Üst kata çıktığımda beni üç tane kapı karşıladı. İlk kapı solumdaydı. Açtığımda odanın içinin boş olduğunu gördüm. Ufak bir üçgen şeklinde penceresi vardı. Pencereden içeriye küçük bir ışık huzmesi giriyordu. Derin bir nefes aldım. Evin boğuk havası beni iyice daraltmıştı. Kapıyı kapattıktan sonra diğer odalara baktım. Biri yatak odası diğeri ise çalışma odasına benziyordu. Bir masa, üç tane koltuk ve duvarları kaplayan kütüphanesi vardı. Odanın havası içimde değişik bir his uyandırmıştı. Üst katta fazla durmadım. Aşağıya indiğimde merdivenin altında bir tane daha kapı olduğunu gördüm. İşe yaramaz eşyaların konduğu gereksiz bir odadır diye bakmaya gerek duymadım. Mutfak salonla birdi. Sadece iki yeri ayıran kısa bir duvar vardı. Duvarın yanından geçerken pencerede gözüm dışarıda bahçede öylece olduğu yerde dikilen birine takıldı. Bahçedeki insan siluetinin yüzü yağmurun şiddetinden dolayı görünmüyordu. Biraz daha yaklaştım ama yine de yüzünü göremedim. Fazla dayanamadım. Hemen giriş kapısına yöneldim. Kafamda değişik düşünceler oluşmaya başlamıştı.
Bu adamda kimdi? Bahçede ne yapıyordu?
Kapının önüne geldiğimde hızlıca açtım. Kafamı kaldırdığımda birden karşımda insan silueti gördüm. Gördüğüm an korkudan geriye doğru sendeledim. Karşıma bir anda çıkması beni oldukça korkutmuştu. Kendime gelir gelmez yüzüne baktım. Adamın üst dişleri alt dudağını tamamıyla kapatmıştı. Neredeyse üst dişlerinin hepsi görünüyordu. Sol gözü diğerinden küçüktü. Kısa saçlı ve zayıftı. Bir şeyler demeye başladı:
“Sessizlik herkesi korkutur. Sessizlik herkesi korkutur. Sessizlik…”
Peltek sesiyle sürekli bunları tekrar ediyordu. Birden içimde derin bir ürperti hissettim. Adam iki elini havaya kaldırdı ve koşmaya başladı. Yan evin önünde silueti kayboldu. Anlamadığım şey adamın sürekli tekrar ettiği cümleydi.
Ne demekti bu? Anlamı neydi? Ne anlatmaya çalışıyordu?
Belki de kasabanın delisiydi. Ama bunu göz ardı edemezdim. Tuhaf kasaba iyice tuhaflaşmaya başlamıştı.
Hala kapıda duruyordum. Bunu fark edince içeriye girdim. Üşümüştüm. Evin içi de bir hayli soğuktu. Etrafta evi ısıtacak bir şeyler olmalıydı. Salona girdim ve etrafa iyice bakındım. Tam karşımda üstünde büyük bir resmin bulunduğu şömineyi gördüm. Şömineyi yakmak için odun lazımdı. Şömineye biraz daha yaklaştığımda yanındaki büyük sepette odun olduğunu gördüm. Buna biraz sevinmiştim. En azından gece soğuk geçmeyecekti.
Yanmış şöminenin yanında atıştırmak gibisi yoktu. Buzdolabı ağzına kadar yiyecek ve içeceklerle doluydu. Hiçbiride küflü değildi. Çok ilginç gelmişti bana. Kim, neden bırakmıştı onları bir türlü anlayamadım.
Bir yandan yerken diğer yandan da ısınıyordum. Şöminede yanan odunların çıtırtısı kulağımı doldururken bir yandan da bugün yaşamış olduklarımı düşünüyordum. Hepsini teker teker düşünmeye karar verdim.
İlk olarak gözlerimi hastanede açtım. Şeriften öğrendiğim kadarıyla da ondan önce kasabanın girişindeki tabelanın altında baygın bir halde duruyormuşum. Hastaneden çıkınca restorana gittim. Orada yemek yedikten sonra dışarıya çıkacakken şerifle karşılaştım. Sonra beni eve getirdi.
Arasındaki bağlantı ne bir türlü anlayamıyorum. Tuhaf görünümlü insanlar, tuhaf havası bulunan kasaba nasıl bir yerdi burası böyle?
Gözlerim uykunun verdiği ağırlıkla kapanıyordu. Saate baktığımda on olduğunu gördüm. Daha erkendi. Bir şeylerle oyalanmak istiyordum. Ama bir türlü aklıma oyalanacak bir şey gelmiyordu. Ayağa kalktım ve pencereye doğru yürüdüm. Dışarıya baktığımda yağmurun dindiğini gördüm. Bahçe göründüğü kadarıyla temizdi. Kimse yoktu. İçeriye döndüğümde pencereden “Tak!” diye bir ses geldi. Hızlıca arkamı döndüm. Bahçeyi kabaca süzdüm. Kimseyi göremedim. Meraklanmış, bir yandan da korkmuştum.
İçimdeki bilinmezlik birden bana cesaret vermişti. Kim olduğumu dahi bilmezken neyden korkuyordum ki? Tanımadığım bir bedenin acı duymasından mı? Ah, hayır bu yadırganamaz bir gerçekti. Bedenin acı duyması beni de etkilerdi. Ama ruhumun derinliklerinde yatan anılarımı incitemezdi. Kaybolan anılarımı zedeleyemezdi. Neden hiç var olmamış gibi gelen anılarımın zarar görmesinden korkuyordum ki?
Ne olursa olsun dışarıya çıkmak istiyordum. Neyle karşılaşırsam karşılaşayım korkmayacaktım.
Derin bir nefes alarak kapıya yöneldim. Elime de şöminenin yanında asılı duran maşayı aldım. Paltomu giyer giymez diğer elime de holde bulduğum el fenerini aldım. Hemen kapıdan dışarıya fırladım.
El fenerini yaktım ve yavaşça bahçenin yan tarafına doğru yürüdüm. Hava oldukça soğuktu. Nefes verirken ağzımdan dışarıya duman bulutu çıkıyordu. Sokak her zamanki gibi bomboştu. Gökyüzüne baktığımda dolunay olduğunu gördüm. Ormanda yankılanan kurtların uluma sesleri kulağıma ilişiyordu. İçimde kıvılcımlanan ürperti ayaklarımı uyuşturuyordu. Kalbim gittikçe hızlı atmaya başlamıştı. Göğsümde hissettiğim kalp atışlarım kulağımda yankılanırken yan bahçeye geldiğimi fark ettim. El fenerini bir sağa bir sola tutarken bahçenin en köşesinde direğin yanında sallanan bir şey gördüm. Direğe doğru yaklaşmaya başladım. Etraf oldukça sessizdi. Birden aklıma bugün kapıma gelen tuhaf görünümlü adamın dediği geldi. “Sessizlik herkesi korkutur.” Benim içimde de korku belirmişti.
Direğin yanına iyice yaklaşmıştım. El fenerini direğin yanında, yüksekte sallanan cisme tuttum.
“Lanet olsun, bu da ne böyle!”
Bu yazıya 2 yorum yapıldı.
Hey Sen! Hadi yorum yap...
Cevap yazdığın kullanıcı: Fatih Emre