“Bayım? İyi misiniz?”
Bedenimin ağrısıyla yavaşça gözlerimi açtım. Ayaklarım uyuşmuştu. Bulanık gördüğüm oda yavaşça netleşirken başucumdaki adam elinde bir şeyler tutuyordu. Kendime gelince doktor olduğunu üstündeki önlükten anladım. Elindeki deftere bir şeyler yazıyordu. Etrafıma bakındığımda hastanede olduğumu fark ettim. Ne işim vardı benim burada? Ne olmuştu bana böyle?
Önlüklü adam eliyle bana bağlı olan serumu kontrol etti. Gözünü defterinden ayırmadan bir şeyler mırıldandığını duydum.
“Yaklaşık beş dakika sonra evinize gidebilirsiniz.”
Merak ettiğim şeyler vardı. Sormak için ağzımı açtığımda dudaklarımın ve boğazımın kupkuru olduğunu hissettim. Yanımda duran beyaz sehpanın üzerinde su gördüm. Doktora dönerek:
“Bir bardak su alabilir miyim?” Diye sordum.
Doktor başını salladı ve cam sürahideki suyu bardağa boşalttı. Yavaşça bardağı bana uzattı. Almak için hafifçe doğrulduğum zaman bedenimin ağrısı içmemi zorlaştırdı. İçer içmez boğazımın rahatladığını hissettim. Temizlenen boğazım konuşmaya müsaitleşmişti. Daralan nefesimi rahatlatmak için derin bir nefes aldım.
“Benim burada ne işim var? Ne oldu bana?”
Doktor defterini biraz daha karaladıktan sonra ürkütücü gelen sesiyle söylendi.
“Başınızı bir yere vurmuşsunuz. Sizi Şerif Parker bulmuş. Herhangi bir şey hatırlıyor musunuz?”
Doktorun dedikleri karşısında biraz bocaladım. Ne olduğuna dair hiçbir fikrim yoktu. Hafızamı zorladım ama hiçbir şey hatırlamadığımı fark ettim. Geçmişimi hatırlayamadım. Herhalde bayılmanın etkisindeydim hala. Bir şeyler deme ihtiyacı duydum. Sesim titrek çıkıyordu.
“Hayır, hiçbir şey hatırlamıyorum.”
Doktor kalın kaşlarını çatmıştı. Geniş alnının buruştuğunu gördüm. Bir şeyler diyecek gibiydi. Eliyle yanımda duran sehpayı gösterdi.
“Şuradakiler sizin üzerinizden çıktı. Kimliğiniz yoktu. Adınız nedir?”
Adım mı? Adımı hatırlamaya çalıştım ama bir türlü aklıma gelmedi. Kafamı dolduran sadece başımın ağrısıydı. Şiddetli bir ağrı hissediyordum kafamda. Kimdim ben? Kendimi tanıyamadım. Doktorun hala cevap beklediğini gördüm. Sakin olmaya çalışarak cevapladım:
“Bilmiyorum.”
Doktor kalın kaşlarını iyice çattı. Ürkütücü suratı iyice buruşmuştu. Yüzüne yakışmayacak ince bir sesle:
“Şuanda Travmatik amnezi yani darbe sonrası hafıza kaybı yaşıyorsunuz. Bu geçicidir. 24 saate kalmaz geçer. Umarım.”
Son dediğini yutarak söylemişti. Birden içimde korku hissettim. Ya bir daha hiçbir şey hatırlayamazsam. Endişe içinde yatakta hafifçe doğruldum. Doktorun koluma bağlı olan serumu çıkarmasını bekledi. Başımın ağrısı hafiflemişti. Doktor suratına yakışmayan bir gülümsemeyle arkasını dönüp gitti. Gidişini bir müddet izledim. Kafamda hala aynı soru gezinip duruyordu. Ne olmuştu bana? Bunun cevabı kaybolan hatıralarımın arasında gizliydi. Onu bulmam için biraz zamana ihtiyacım vardı. Yani suratsız doktorun dediğine göre öyleydi.
Ayağa kalktığımda hafifçe başım döndü. Yatağın köşesine tutunup yavaşça kalktım. Kendimi yaşlı gibi hissediyordum. Sehpanın üstünde köstekli saat, bir miktar para ve bir anahtar duruyordu. Bunlar benim miydi? Bir türlü hatırlayamadım. Kapının yanında duran askılıkta uzun bir palto asılıydı. Palto benim olmalı diye düşündüm. Giyer giymez kendimi ilaç kokan koridora attım. Etraf oldukça sessizdi. Dar ve küçük koridorda yürürken duvarda bir ayna gördüm. Görünüşümü çok merak ediyordum. Aynanın karşısına geçtiğimde oldukça genç birisini gördüm. Bu genç ben olmalıyım diye mırıldandım. Evet, aynadaki bendim. Kirli sakalım vardı. Uzun saçlarım yağlı ve dağınıktı. Oldukça kalıplı görünüyordum. Yüzümdeki kaslar belirgindi. Sert yapılı birine benziyordum. Aynadan yüzümü çevirdim ve koridorda tekrardan yürümeye başladım. Yanımdan geçenler bana tuhaf bir şekilde bakıyorlardı. Bu olanlar bir hayli garibime gitmişti. Çıkış kapısını görünce oraya yöneldim.
Dışarıya çıktığımda güneş gözümü kamaştırdı. Gözlerimi kısarak yavaşça elimi siper yaptım. Güneş gözlerimdeki hâkimiyetini yitirince elimi indirdim. Önümde ufak bir meydan duruyordu. Ortada küçük bir fıskiye vardı. Çevresi renkli çiçeklerle bezenmişti. Güneşin olmasına karşın hava oldukça soğuktu. Etrafa bakındığımda sıraya dizilmiş müstakil evlerin kapladığı meydanda az insan olduğunu gördüm. İnsanlar başlarını öne eğmiş bir şekilde sağa sola yürüyorlardı. Cebimden köstekli saati çıkardım ve saatin kaç olduğuna baktım. Saat birdi. Daha öğlendi. Karnımın guruldadığını hissettim. Acıkmıştım. Caddenin başında bir restoran olduğunu gördüm. Yavaşça restorana doğru yürümeye başladım. Ayaklarımın uyuşması geçmiş gibiydi.
Yemek yedikten sonra burayı keşfetmeliyim belki beni tanıyan birisi çıkabilir düşüncesiyle restoranın kapısına gelince durdum ve içeriyi süzdüm. Gördüğüm kadarıyla iki kişi vardı. Kapıyı ağır bir şekilde içeriye doğru ittim. Kapı göründüğünden de ağırdı. İçeri girer girmez herkes bana dikkat kesildi. Bu durumu garip karşılamamak için kendimi sıksam da yinede çok şaşırmıştım. Restoran çalışanlarından biri elindekini tezgâha koyup bana doğru gelmeye başladı. Elini, cebine sıkıştırmış olduğu kirli gibi görünen beze sildi ve sakin bir ses tonuyla:
“Buyurun efendim.” Dedi ve sol eliyle pencere köşesinde bir masayı gösterdi.
Bana gösterdiği masaya doğru gittim. Oturduğumda önüme bir defter koydu. Dikkatli bakınca menü olduğunu gördüm. Menüyü açtım ve bakınmaya başladım. Başımda durmuş beni bekliyordu. Bu beni baskı altında hissetmeye itmişti. Gözüme ilişen ne varsa aralarından herhangi birisini söyleyiverdim. Adam defteri sert bir şekilde alarak yanımdan uzaklaştı. Bütün bunların anlamı neydi? Ben kimdim? Kafam yine sorular içinde can çekişmeye başlamıştı.
Sakin olmaya çalışarak pencereden dışarıya baktım. Gördüğüm tek şey yeşillikti. Gözümün görebildiğince ormanlıktı. Ufka baktığımda karabulutların tepede toplandığını gördüm. Yağmur yağacak gibiydi.
Fazla geçmeden düşüncem gerçekleşmişti. Yemeğimi bitirir bitirmez yağmur başlamıştı. Sağanak halinde yağan yağmur pencereden dışarısını görmemi engelliyordu. Kalkma vaktimin geldiğini anladım ve masaya menüde gördüğüm fiyat kadar para koydum. Kapıyı açacağım sırada içeriye biri girdi. Yağmurdan dolayı sırılsıklam olmuştu. Kafasındaki köşeli şapkayı çıkardığında bana baktığını gördüm. Üniformalı biriydi ama bu üniforma hangi kuruluşa aitti bir türlü hatırlayamadım. Adam yanıma gelip elini uzattı. Oldukça kalın bir ses tonuyla:
“Nasıl oldunuz? Ben Şerif Parker.”
Adamın elini sıktım. Sorusu karşısında biraz ilgi duyulmanın verdiği huzurla:
“İyiyim teşekkür ederim.” Dedim.
Şerif konuşmaya devam etti.
“Sizi bulduğumda kasabanın ilerisindeki tabelanın altında baygın haldeydiniz.”
Şerifin dediği yeri hatırlamadım. Bu ürkütücü kasabaya nasıl gelmiştim? Bu insanlarda kimdi? Hayalet gibiydiler. Şerife bir şeyler sormak istedim.
“Şerif burası neresi?”
Şerif hafifçe göğsünü gerdi. Gözünü kısarak konuşmaya başladı:
“Burası kanada yakasının batı kesiminde ufak bir kasaba.”
Kanada mı? İlk defa duymuş gibiydim. Kulağıma hiç tanıdık gelmemişti. Şerif üstünü çekiştirerek bir şeyler söylemeye başladı:
“Nerede oturuyorsunuz bayım?”
Nerede mi oturuyorum? Lanet olasıca hatırlayamadığım şeyi benden söylememi nasıl bekliyordu? Cebimdeki anahtar aklıma geldi. Hemen çıkartıp Şerifin bileceğini umarak nereye ait olabileceğini sormak istedim.
“Bu anahtar cebimden çıkmış.”
Şerif yüzünü buruşturdu. Elimdeki anahtara dikkatlice baktı ve elimden aldı.
“Siz hiçbir şey hatırlamıyor musunuz?”
Elindeki anahtara bakıyordu hala. Ben ise Şerifin gözünün içine bakıyordum, tanıdığına dair ufak bir parıltı görmek adına.
“Hayır, hiçbir şey hatırlamıyorum.”
Şerif anahtarı gözümün içine sokacak kadar kaldırdı.
“Bu kasabadaki anahtarların üzerinde nereye ait oldukları yazar. Sizinde kasabanın başındaki ev olmalı.”
Bu kasabaya ait bir şeyin bende ne işi vardı? Şerif elindeki anahtarı bana uzattı ve omzuma dokundu.
“Gelin sizi evinize bırakayım.”
Bu yazıya 8 yorum yapıldı.
Hey Sen! Hadi yorum yap...
Cevap yazdığın kullanıcı: Fatih Emre