Saat Sabah Altı

Çoktan hazırlanıp Emniyet Müdürlüğünün arka bahçesine gelmişti. Son kez yanına aldıklarını kontrol etti. Eksiği yoktu. Cemilin gelişini bekliyordu tek başına. Aslında yalnız sayılmazdı. Bahçenin uzak köşesinde bir direğe sıkı sıkı bağlanmış azman köpeğe ilişti gözü. Adamı yiyecek gibi havlıyordu. Boynuna kaçamasın diye düğümlenmiş urganını bütün cüssesinin heybetiyle zorluyordu. Sesi tok ve ürkütücüydü. Havlamıyor adeta tehdit ediyordu.

Cemil binanın köşesinden çaktırmadan baktı. Yeni öğrencisini köpeği izlerken gördü. Aklına ilk dersi nasıl vereceği geldi. Tüfeğini eline aldı. Bu 1986 yapımı bir Dragunovdu. Soluk alışlarını yavaşlattı. Rüzgârı hesapladı. Dürbünün tam ortası urganın bağlandığı halkayı gösteriyordu.

Bir el ateş etti.

Metehan sesin geldiği yöne doğru dönecekti ki gözü köpekte takılı kaldı. Halka kopmuş urgan boşa çıkmıştı. Kahverengi tüylü azman Metehan’a doğru koşmaya başladı. O kadar hızlıydı ki Metehan donup kalmıştı. Çekip vursa olmaz, kaçsa hiç olmaz yakalanırdı. Aniden yerdeki çalı çırpıdan hallice değneği eline aldı ve havaya kaldırdı.

Azman korktu. Sakinledi. Metehan’ın önünde mızırdanarak duruyor, değneğin gölgesinden kaçmaya çalışıyordu. İkisi de birbirinden korkuyor ama belli etmemek için adeta çırpınıyorlardı. Metehan hafiften azmanın üstüne yürüdü. Köpek iyice yaptığı hatanın farkına varmış geri geri köşesine çekilmeye başlamıştı.

Cemil saklandığı köşesinden çıkıp Metehan’ın yanına geldi. Elini omzuna koydu. Sıvazlarken günün ilk ve en önemli dersini anlatmaya başladı.

“Bak genç; düşman bu köpek gibidir. İpi başkasının elindeyken havlar, bağırır, çağırır, korkutur, sindirmeye çalışır. Düşman gücünü ipinin bağından alır. O bağ çözülünce saldırır. Sen dirayetli durursan, acele etmez, soğukkanlılığını korur ve önlemini alırsan karşında duramaz. Uysallaşır. Köpekleşir böyle. Korkmayacak, acımayacaksın ve unutmayacaksın burada ki düşman uzaktan hırlar, havlar. Yanına geldiğinde yalvarır. Eğer dürbünde gördüğüne acırsan, emin ol o sana acımaz. Anladın mı?”

Başıyla onayladı Metehan.

“Hadi şimdi çantayı al ve yirmi bin adım koş bakalım.” Diye ilk emri verdi Cemil. Ardından da ekledi.

“Ne zaman bir silah sesi duyarsan saklanacaksın. Çulluk gibi durmayacaksın ortada. Yoksa avlanırsın.”

Metehan çoktan koşmaya başlamıştı. Adımlarını sayıyor çabuk bitsin diye daha da hızlanıyordu. Bin sekiz yüz küsürlerde tıkanmaya başlamış, ayaklarındaki kaslar laktik asit salgılamaktan yığılmıştı. İki bini bile göremeyecekken yirmi bin koşmak neydi sanki. Hem kim yirmi bin adım koş derdi ki? İki kilometre, beş kilometre diye koşulurdu bu adam adım say diyordu. İyice kesildi, dalağı ağzında durmaya yeltendi. Cemil bağırdı:

“Hayır şimdi durursan ölürsün yüz adım daha!!! Gereksiz hızlanma, gücünü kontrol et. Her şey senin yüz adım daha atmana bağlı. Devam et hadi!”

Metehan sayıyordu. Seksen sekiz, seksen dokuz, doksan…

Cemil sordu yüksek sesle

“Kaç oldu?”

İki yıllık polis okulu hayatı boyunca hiç gelmemişti bu oltaya. Alay edercesine cevap verdi.

“Sıfır!”

Cemil küfredercesine bağırdı.

“Burada yalan yok genç! Ne ise o! Tam bin dokuz yüz yetmiş üç oldu. Dört adım daha ve dinlen. Bir daha da yalan söyleme!”