Dertlere koşmak

On sekiz yaşındaki heyecanlara her geçen gün daha fazla özlem duyuyorsak yaşlanıyor muyuz sizce? Çok mu acele ettik büyümek için? Büyümek yanlış kelime aslında. Dört nala dertlere, kederlere koşmuşuz bilmeden. Koca adam olmanın cazibesine kapılmışız, adam da olamamışız!

"Ben büyüyünce..." diye başlayan cümlelerin üzerinden yıllar geçmiş, bir de bakmışız gençliğimiz bitmiş. Yolun yarısına kadar neredeydi aklımız? Nasıl bu kadar mutlu olamadık anlamıyorum doğrusu. Hangi hatanın bedeli bu kadar zaman aldı, hangi limanda aslında hiç gelmeyecek olan sevgiliyi bekledik? Neden bu kadar kırıldık, bu kadar kırıcı insanları hayatımıza nasıl  aldık? Sevdalar ne zaman bu kadar yavan oldu? Dünyanın  güneş etrafında bir tur bile atmasını bekleyemeden nasıl bu kadar çabuk tükendi o tutkulu aşklar? Biz ne zaman bu kadar sabırsız olduk, nasıl işledi bu tahammülsüzlük ruhumuza? 

Oysa önce "iyi insan" olmayı öğrenmiştik atalarımızdan. Mutlu olmak için çok fazla sebep aramamamız öğütlenmişti bize. Her gün uyandığımızda doğan güneşe merhaba demek yetecekti güne tebessümle başlamak için. Yetmedi... Bütün bunları dinliyormuş, anlıyormuş gibi yapmışız meğer. Yaş gidiyor, ömür bitiyor, zaman geçiyor ve mutlu olmak artık o kadar da cazip gelmiyor. Mekanikleşen ve giderek maddeleşen bu dünyada artık bu mevzular beş akçe etmiyor. Çoğumuza göre;

Lafı güzaf!

Bir büyüğüm: "Yolun yarısına kadar hatalar yaparsın, kırarsın, kırılsın, dağılan parçalarını ararsın. Yolun öbür yarısı da bunları düşünmek, affetmek ya da affedememek ve arayıp bulmakla geçer" demişti. Ne güzel söylemiş.

Kafa kağıdı yolun yarısını, ruh yaşı kederleri gösterirken affedelim, sevelim ve vakitlice göçüp gidelim...