Yirmi yedi boğum hayat

Büyümeyi istemek ne güzel şeydi... İstiyorduk sıra sıra gelen yeni günleri, bir an önce gelsinler ki; çocuk olmayalım. Çocuk olmaktan sıkıldığımızdan değil de, büyümeyi merak ettiğimizden herhalde...

Büyük, büsbüyük olmak istiyorduk, her akşam eve giren o dev gibi dimdik adamı gördükçe... Büyümek böyle bir şey olsa gerek diyerek sıralı günlerin ardarda gelip geçmesi için uğraşıyorduk. Hani bir ip olsa ucunda çeke çeke sonunu getirirdik zamanın... Beş, yedi, on, on beş derken biz büyüdükçe eksiliyordu bir şeyler. Ama farkına varamıyorduk bir türlü büyümenin de bir sonu olduğunun...

Zaman kayışını koparmışçasına akıp giderken, kıymet verdiğimiz her şeyin bir bir yok olduğuna da şahit oluyorduk. Neden önemsemiyorduk bunu bilmiyorum. Ucu tam olarak bize dokunmadığından mı yoksa kendimizi kaptırdığımız hayatın gözlerimize indirdiği perdeden mi?

Gel zaman git zaman, ayrıldık evden. Diyar diyar gezmelere başladık. Bir ayağımız Konya'da ise, diğeri Trabzon'daydı. Aklımız Ürgüp'te ise, fikrimiz Hopa'daydı. Bir güzel vakti Ayder'de geçiriyor isek, bir güzelini de Sakarya'da geçiriyorduk. Çocukluğun aksine bu sefer zaman donsun istiyorduk. Donsun da geçmesin bu güzel vakitler. Çünkü geçti mi geri gelmiyordu, gidip de geri gelmeyenler gibi...

Ama durduramıyoruz zamanı! En deli, en dolu çağlar da bir bir geride kalmayı bildi işte. O büyüme heyecanı, yerini her şeyi bilme ve her yeri görme arzusuna bıraktı. Bu yerinde duramamazlık da, şimdilerde yerini buhrana bırakıyor olsa gerek. Tat alamıyor insan hiçbir şeyden. Çocukluğun gözünde o dimdik duran dev adam şimdilerde iki büklüm, aldığı her nefeste gözlerinden okunuyor ne kadar acı çektiği. Etrafında pervane olduğumuz o pamuk eller yok artık. Şimdilerde kalem tutan bu eller yıkadı, bu omuz taşıdı, bu bilek örttü üzerini...

Büyüdük biz. Artık oyun oynamanın yerini, aklımıza bile getiremeyeceğimiz senaryolar aldı. Başımızı koyduğumuzda yastığa, "Acaba yarın ne yapacağız?" diye hesaplar yapar olduk sanki elimizdeymiş gibi! Dev adamlar bir soluk alıp beş soluk verirken gözümüzün önünde, aldığımız her soluğun hesabını nasıl vereceğiz diye hiç düşünmedik. Zaman aktı gitti, başladı mı durdurulamayan içli gözyaşı gibi. Annemiz çağırdığında, biraz daha oynayabilmek için ne taklalar atardık. Şimdi de çağırsa ya, "Hadi aslan oğlum, yemek hazır. Gel artık" dese ya. Eve geç girdik diye, bir fiske savursa ya dev adam. Yorgunluktan açılmayan gözleri öpüp de uyutsa ya şu hayatın yegane prensesi.

Büyüdük biz, çocukluk geride kaldı. Kimimiz dev adam olacağız o minik ellerin karşısında, kimimiz gül kokulu prenses. Büyüdük...