Bir fincan az şekerli yalnızlık

Her gün aynı saate, özenle yapıp içtiğim kahvenin tadını alamadım bugün. "Ağzımın tadı yoktur belki" dedim; üşenmedim, ilk fincanın telvesi kurumadan ikinci kahveyi buluşturdum bakır cezveyle. Pencerenin kenarına geçip, perdeyi hafif sıyırıp bin bir farklı telaş içinde olan insanları izlerken ilk yudumu aldım. Yok. Yine acı, yine tatsız, yine tuzsuz...

Pek meraklı gözlerle olmasa da  dışarıyı izlerken kendi kendime düşündüm. Neden çoğu zaman aynı tadı aldığım kahvenin bugün tadı yok? Şeker mi az geldi, kahve mi bayat, kıvamını mı tutturamadım derken, etrafımdaki sessizliğin farkına vardım ve sonra dedim ki: Yalnızsın! Sabah yediğin iki lokma ekmekten de bir şey anlamamıştın. Yalnızlık işte. İnsanda yoğunlukta hissettirdiği duygunun adı hüzün. Peki insanı en çok hangi yalnızlık üzer? Ya da nasıl yalnız kalır insan? Elbet herkesin bir sebebi vardır. Sebepsiz olur mu hiç yalnızlık?

Kimimizin kendi seçimi, çoğumuzun istemeden düştüğü bazen hepimizin aşırı bunalmışlıkla arzuladığı hissiyat olarak adlandırırsak daha sevimli gelebilir bu kelime kulağımıza. En sevimli hali elbette bile isteye içine düştüğümüz yalnızlık biçimidir. "Biraz kafamı dinleyeyim", "Kendimle kalmak istiyorum", "Beni yalnız bırakın" gibi cümleler bu biçimin başrolündedir.

Birkaç satırdan sonra " Yazar burada ne anlatmak istiyor" sorusunu sormuş olabilirsiniz. Yazar şöyle özetlemek ister ki: Yalnızlık Tanrıya yakışır. İnsan özler sevdiğini, bir nefes ister omzunda, bir ses olsun kulaklarında... Bir düzen olsun işte. İzmarit dolmasın kül tablası. Seni en mutlu eden şarkı ağlatmasın hüngür hüngür. Yalnız içme işte o çorbayı. Çünkü hep gurbet kokar tarhana çorbası. Gurbetin yalnızlığı da başka acıtır insanı.

Son satıra geldiğinde yalnızlığına yenilmiştir yazar. Çoktan unutmuştur aslında ne zamandır yalnız, neden yalnız ve yapayalnız olduğunu? Birinin gelip de hatırlatmasını bekler. Beklemekten hiç vazgeçmez. İnsan yalnızken nasıl daha fazla ümit eder?