Kırık Kalem

Mutluluğumu, gülüşümü, eğlencemi, umutlarımı, hediyelerimi, umudumu, üzüntümü, kaybettiklerimi, kazandıklarımı, nefretimi, kırgınlığımı ve yalnızlığımı bir kez daha adı olmayan daha gelmemiş veya hiç gelmeyecek birine yazıyorum. Masamda duran dolmuş kül tablasının o iç çürüten kokusu eşliğinde titreyen ellerime buruşturulmuş kağıda bir kez daha tüm duygularımı esir bırakmak üzere güne başladım.

Her gün bir öncekinden daha kötü nasıl gider anlamış değilim. Denize dokunmak gibiydi resmen sevmek. Biraz soğuk, fazlasıyla sıcak, dalgalı, dengesiz, sert, ağır ve can yakan türdendi. Ruhumu kaybetmemiştim, ruhum kaçırılmıştı. Kaçırılan her rehine gibi onun içinde fidye istendi benden ve o fidye sanırım "mutluluk" kapsamına giren her şeydi. Artık hatırlamıyorum sanki benim için anlamı olmayan fakat kalıplaşmış bir kelimeydi bu.

Sanırım kandırıldım. Yani fidyeyi verdiğim halde neden ruhum geri gelmedi veya geldiyse neden hala benden saklanıyor anlayamadım. Kırılan kalemlerde dolu odamdaki o ezilmiş ve dağılmış yatağın üstünde uzanıp kirli ve nem akan tavanı izlerken bitmeye yakın olan ve dudaklarımı artık yakan sigara, bana bir şey anlatmaya çalışmıştı. Sigaranın son dumanındaydım; ne kadar çekersem çekeyim, ne kadar yakarsam yakayım sanırım sigara benim canımı yakmaktan başka bir şeye yaramayacaktı.

Galiba ruhumun nerede olduğunu biliyorum. Bence o artık canını yakmamı istemediği için benden uzakta kalıyor. Ah! Bu kırık kalemleri düzeltip yazılarıma devam etmem gerek belki de...