Beklenen Gün

Aylardır bu günü beklemişti. O kadar zor bir şeydi ki beklemek önceden onun için, hiç dayanamazdı buna. Hemen vazgeçiyordu ki çoğu kez yapmıştı da. Ya şimdi? Çatlamayan sabır taşı gibi bekliyordu, fakat Niobe’nin ağlayan kayası gibi ağlıyordu kavuşamamanın azabından. Kendini apar topar dışarıya attı, zaman uçuyordu uzak diyarlara giden uçak gibi. Her zaman hızlı yürürdü, yavaş olmak, hayatı ağırdan almak hiç ona göre değildi. O bir kaplumbağa değildi.  "Hızlı yaşa, genç öl." felsefesini kendine yakın bulup, üzerine giyinmişti hiçbir zaman çıkmayan bir elbise ten gibi. Şimdi adımları daha da hızlanmıştı, yetişmek istiyordu, işte bu yüzden arada adım atlayıp üçten beşe, beşten ona geçerek, nefesini bir kuş çalmış gibi kendini zorlayarak gidiyordu. Dua ediyordu yetişebilmek için. Nihayet yaklaştı, evet işte geldi, kalbi durmuş çarpıyordu hızlı hızlı. O da ne? Ah, olamaz! İşte orada giden bir otobüs var, kahretsin kaçırdı. Bir an bütün ümitleri çocukların yere saçılan bilyeleri gibi yerle bir olmuştu. O da bilyeleri yere saçılan çocuğun hüznünü yerleştirmişti sanki yüzüne. Biraz daha ilerledi yine de. Ayrılıkların ve kavuşmaların başkenti otogara  girdi. Ne kadar da sakindi öyle. Herkes gitmekten vazgeçmiş, yolları, otobüsleri unutmuştu sanki. Giden otobüs, beklenen değilmiş meğer. O güzel gülümseme yerini alıyor tekrar ve kalbi kaldığı yerden devam ediyor işlemeye durup. Kendini kenardaki banka bıraktı, kana kana suyunu da içmişti ve aylardan sonra dakikalar kalmıştı işte. Sanki aylar bir jet gibi geçmişti ve dakikalar geçmiyordu bir türlü duran saatte. Sürekli yola bakıyordu, bakıyordu, bakıyordu bıkmadan. Sonunda işte gelmişti beklenen otobüs. Otobüsün yanaşması bile çok uzun gelmişti ona, sabırsızlanıyordu. Bir yandan da mutluluk zehriyle dolmuştu kalbi. İnenlere teker teker bakıyordu. Yok, yok, yoktu işte. Gördü camdan içeride gülümseyeni. Otomatikman o da gülümsedi sanki onunla senkronize olmuş gibi. Yavaş yavaş merdivenlerden indi beklenen, ona doğru yürüdü ve birbirlerini sardılar. Kaybolmuş yarısını bulmuştu işte, şimdi tam olmuş gibiydiler. Uzun süre sarıldılar, etraftaki insanlar bir anda duman olup uçmuştu. Sesler, harfler, kelimeler, cümleler uçmuştu onun da uçmak istediği o gökyüzüne. Sade ve sadece ikisi, bir olmuş iki vardı. İlk öpücüğü verdiler birbirlerine. "Hoş geldin." dedi, "Hoş buldum." diye cevapladı. "Sonunda gelebildin." dedi kızgınlıkla değil mutlulukla. Birbirlerine kelepçeyi takıp başladılar Alice’in harikalar diyarına giden yolda yürümeye. O yol boyunca sustu, dili lal olmuştu sanki sevgilinin aşk sözleriyle. Diğeriyse anlatacak bir çok şey birikmiş gibi durmadan konuştu, sanki burada o yaşıyordu da diğerine anlatıyordu her şeyi...