Ben Ne Zaman Ağlarım?

     Ben ne zaman ağlarım biliyor musun? Nerden bileceksin ki, bendeki de soru…soruya soruyla mukabelede bulunan insanları tekrar ber takrar kınadıktan sonra, başıma geleceklerden bî haber olmam mümkün değil. “Fakat Müzeyyen, bu derin bir tutku” filmini duyduğum ilk anda beliren masumiyet karinesi yüz ifademden ne istedim, ben de bilmiyorum ama sonunun ne kadar saçma olduğunu tahmin edip filmi bana izlettirmeyen cüz-i irademi verene, kainatın zerreleri adedince teşekkür borcum var, bundan eminim. Evet bayım ne kadar klişe de olsanız, ne kadar derin bir tutku da olsa mazi, kalbimde bir yara...sahi, ne ara geldik buraya, onu da bilmiyorum. Tek bildiğim; kulağımda inceden bir saz olmayınca uyuyamıyorum.

     Naçizane, kalemi her elime alışımda “kaçsam bırakıp, senden uzaklara gitsem” sözü düşer aklıma. Ağlamam ama hüznün gölgesi çöker omzuma, bembeyaz sayfama. Bir mum ışığına tamah ederim o zaman, eskilere gider aklım. Meğer ben, süslü kelâmlara ne kadar da âşıkmışım. Samimiyetimin önüne geçer olmuş benliğim. Sanki daha dün, Üstad’ın kaleminden ene bahsini dinleyen ben değilmişim. Sanki bir sarmaşık, her yanımı kuşatmış büyük ve geniş yapraklarıyla. Öyle ki yürüyemez, duyamaz ve hatta konuşamaz olmuşum. Sırça köşküme yakışmazdı alengirli şiirler. Zirâ kafiyesiz bir şiir, kafeinsiz bir fincan kahve demekti. Uykumu kaçırmaktan ziyâde, onun yüzünden daha çok kaynaşırdık ölümün kardeşiyle. Bu yüzden ben, her kafiyeye razı oluşumda ağlardım. Bu kadarı bana kâfi der, uyumaktan değil ağlamaktan ölmüş gözlerime birer fatiha okur, yatardım.

     Velhasıl, değil mi ki hayat bir muamma tabutu. Yattıkça yatası gelir insanın, öldükçe ölesi ve ölüm, Azrail’in en güzel huyu…