O'nu (sav) Anlama Gayreti-2

Bir önceki yazımızda giriş mahiyetinde Hz. Muhammed (sav)’i anlama ve anlatma cehdi içine girdik. Çağın Dertlisi şöyle der: “O’nu (sav) biz anlatamadık! O (sav) kendini anlatmıştı! Çeyrek asırlık kısa bir zaman içinde yarı yer onun sesini duymuştu! Beşerin beşte biri "Lebbeyk Ya Resulallah!" deyip dize gelmişti! Ama biz duyuramadık...” Bu sözleri dinlerken birden dalıp gittim. İmkanların kısıtlı olduğu dar bir zamanda beşerin beşte birine sesini duyuran bir Peygambere ümmet olmuşuz. Ama ne yazık ki biz bu dönemde, üstelik teknolojinin ve imkanların geniş olduğu bu dönemde, O’nun (sav) insanlığın kara semasını aydınlatan Nurunu neşredemedik...

Bu gün dünyanın bir çok yerinde Efendimiz’e karşı saygısızlık yapılıyor. Peki suç kimde? Suç katiyyen O’nda değil. Çünkü O (sav) kendi üzerine düşen vazifeyi en iyi şekilde yapmıştı. Suç bizlerde. Bizim yaşam ve davranışlarımızdaki hatalarda... Suç, Müslümanım deyip, Müslümanlığın parlak simasına, Müslümanlıkla bağdaşmayan hal ve hareketleriyle, kara çalan bizlerde. Suç, Ahlakı Aliyyeyi İslamiyeyi temsil edemeyen ve O (sav) mümtaz şahsiyete layık olamayan bizlerde...

İstersiniz gelin hep beraber o nurlu asra gidelim. Gidelim ve O’nu (sav) vasife başında tahhayyül edelim. Getirdiği hakikatleri insanlara sunarken uyguladığı metoda bakalım...  İlk vahiy geldiğinde Efendiler Efendisi (sav) kırk yaşlarındaydı. Kırk yaşına kadar pak bir hayat yaşamış olan Hz. Muhammed’e (sav) herkes “El-Emin” diyordu. Çünkü O (sav), emniyet insanıydı. O güne kadar yalanın zerresine bile tennezül etmeyen Nebi-i Zişan Efendimiz (sav), kırk yaşında ben peygamberim deyince kimse O’nu yalanlayamadı. Kimi kabul edip, iman etti; kimi reddedip inkar etti. Ama hiç kimse O’nu yalanlayamadı. Bunu biz şu haiseden anlıyoruz: Resûl-i Kibriya Efendimiz (sav), Sahabe-i Kiramdan, Dıhye b. Halife el-Kel­bî’yi Rum Kayseri Heraklius’a, İslam’a davet etmek üzere, bir mektubla gönderdi. Dıhye (r.a.), Rum Hükümdarı Heraklius’a Resûlullah’ın mübarek mektubunu kısa zamanda ulaştırdı. Mektup okunurken, hükümdarın alnında terler boncuk boncuktu. “Süleyman Peygamberden sonra, ben böyle ‘Bismillahirrahmânirrahîm!’ diye başlayan bir mektup görmüş değilim!” dedikten sonra mektubu öpüp başına koydu. O anda hiçbir şey izhar etmedi; araştırıp soruşturmayı uygun buldu.

Araştırıp soruşturma kararı veren Heraklius, etrafına, “Peygamber olduğunu söyleyen şu kişinin kavminden buralarda kimse yok mudur?” diye sordu. O sırada ticaret münâsebetiyle, Ebû Süfyan (o zaman daha Müslüman değildi), Kureyş’ten bazı adamlarla Şam’da bulunuyordu. Onu arkadaşlarıyla alıp, yine o sırada Şam’da bulunan Kayser’in huzuruna getirdiler. Hadisenin geri kalan kısmını Ebû Süfyan şöyle anlatmıştır: “Hirakl’in huzuruna girdik. Bizleri önüne oturttu ve tercüman vasıtasıyla, ‘Peygamber olduğunu söyleyen bu zâta neseben en yakın hanginizdir?’ diye sordu.

"Neseben en yakınları benim!’ dedim.

“Beni önüne oturttular; arkadaşlarımı da arkama...

“Bunlara söyle: Ben, peygamber olduğunu söyleyen o zât hakkında bu adamdan bazı şeyler soracağım. Bu bana yalan söylerse siz onu tekzib ediniz!’

“Vallahi, arkadaşlarım tarafından yalanımın öteye beriye yayılmasından korkmasaydım, Peygamber hakkında o zaman muhakkak yalan uydururdum!”

herkes-onu-okuyorSonra da hükümdar ile Ebû Süfyan arasında sorulu cevaplı şu konuşma geçti:

“Sizin içinizde, onun nesebi nasıldır?”

“İçimizde onun nesebi pek büyüktür!”

“Ecdadı içinde bir melik var mıdır?”

“Hayır!”

Peygamberlikten evvel, onu hiç yalanla ittiham ettiniz mi?”

“Hayır!”

“Ona kimler tâbi oluyor? Halkın ileri gelenleri mi, yoksa fakir kimseler mi?”

“Daha çok halkın zayıf ve fakirleri tâbi oluyor!”

“Ona uyanlar artıyor mu, eksiliyor mu?”

“Eksilmiyor; bilâkis artıyorlar!”

“Onlardan, onun dinine girdikten sonra, beğenmeyip dininden dönen var mı?”

“Hayır, yoktur!”

“Kendisinin hiç sözünde durmadığı, ahdini bozduğu vâkî midir?”

“Hayır, vâkî değildir. Ancak biz şimdi onunla çarpışmayı bir müddet için bırakarak muahede yapmış bulunuyoruz. Bu müddet  içinde ne yapacağını bilmiyoruz. Bu yoldaki ahdini bozmasından korkuyoruz!” (Ebû Süfyan der ki: “Vallahi, verdiğim cevaplara  bu sözden başka bir şey ilave etmek imkânını bulamadım!”)

“Onunla hiç harp ettiniz mi?”

“Evet, ettik.”

“Yaptığınız savaşlar nasıl neticelendi?”

“Harp talii aramızda nöbet nöbet olur. Bazen o bize zarar verir, Bazen biz ona...”

“Sizden, ondan önce peygamberlik iddiasında bulunmuş bir kimse var mıdır?”

“Hayır, yoktur!”

“O, size neler emrediyor?”

“Yalnız bir Allah’a ibadet etmeyi ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmamayı emrediyor. Atalarımızın tapmış bulundukları şeylerden de bizi nehyediyor. Namaz kılmayı, doğru olmayı, kimsesiz fakirlere sadaka vermeyi, haram olan şeylerden sakınmayı, ahdinde durmayı, emaneti sahibine vermeyi, akrabalarla ilgilenmeyi ve onları görüp gözetmeyi emrediyor.”

Bütün bunlardan sonra, Heraklius, tercümanı vasıtasıyla Ebû Süfyan’a şöyle dedi:

“Nesebini sordum; içinizden yüksek neseb sahibi olduğunu beyan ettin. Peygamberler de, zaten böyle, kavimlerinin en soyluları içinden seçilip gönderilirler. Ben, babaları ve dedeleri içinde bir melik gelip gelmediğini sordum. Sen, ‘Hayır, yok’ dedin. Eğer, babalarından, dedelerinden bir melik olsaydı, ‘Bu da babalarının mülkünü geri isteyen bir kimsedir!’ diye hükmederdim. Ben, peygamberlik iddiasında, ondan önce içinizde bulunanın olup olmadığını sordum. ‘Hayır, yoktur’ diye cevap verdin. Eğer, ondan önce bu sözü söyleyen biri olsaydı, ‘Bu da, belki kendisinden önce söylenmiş bulunan bir söze ittiba etmek istemiş bir kimsedir!’ diye düşünürdüm. Ben, ona kimlerin tâbi olduklarını sordum. Sen, ‘Ona tâbi olanlar halkın zayıflarıdır’ dedin. Peygamberlere tâbi olanlar da onlardır. Ben, peygamberlik davasında bulunmadan evvel onun bir yalan söylemiş olup olmadığını sordum. Sen, ‘Hayır’ dedin. Ben ise, kat’î olarak bilmekteyim ki insanlara karşı yalan söylemeyi irtikâb etmemiş bir kimse Allah’a karşı da yalan söylemez. Ben, ‘Onun dinine girdikten sonra, beğenmeyip dininden geri dönenler var mıdır?’ diye sordum. Buna da, ‘Hayır’ cevabını verdin. İman da böyledir. İmanın icabı olan iç ferahlık ve neşe kalbe karışıp kökleşince böyle olur. Benim, ‘Onlar artıyor mu, yoksa eksiliyor mu?’ soruma, sen, ‘Artıyorlar’ cevabını verdin. İman keyfiyeti tamamlanıncaya kadar hep bu minval üzere gider. Ben, ‘Onunla hiç savaştınız mı?’ diye sordum. Sen, savaştığınızı, savaş neticesinin nöbet nöbet değiştiğini, bazen onun size, bazen de sizin ona zarar verdiğinizi söyledin. Zaten peygamberler de hep böyledir: Onlar belâlara uğratılırlar; ama sonra da güzel ve makbul âkıbet onların olur. Ben, ‘O zât ahdini bozar mı?’ diye sordum. Sen, ‘Sözünde durmmazlık etmez’ dedin. Peygamberlerin hali budur: Hiçbir zaman verdikleri sözde durmamazlık etmezler. Ben, ‘O size neler emrediyor?’ diye sordum. Sen, ‘Onun Allah Teâlâ’ya ibadet etmeyi, O’na hiçbir şeyi eş ve ortak koşmamayı size emrettiğini v.s. dedin.

00

Bütün bu anlattıkların, peygamberlerin vasıflarıdır! Eğer o zât hakkında bu söylediklerinin hepsi doğru ise, şüphesiz, O bir peygamberdir! Zaten ben, bir peygamberin çıkacağını biliyordum; fakat sizden çıkacağını tahmin etmezdim! (Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 1, s. 262-263; Buharî, Sahih, c. 4, s. 3-4; Müslim, Sahih, c. 3, s. 1395.)

Bu sözlere muhatab olan Ebû Süfyan’ı, bir korku ve telâş sardı; dışarı fırlayıp, arkadaşlarına, “İbni Ebî Kebşe’nin [Ebû Kebşe, putlara tapmaktan yüz çevirip Şi’ra’l Ubur adındaki yıldıza tapan Huzaa kabilesinden bir adamdı. Peygamberimizi de putlardan yüz çevirdiği için bu adama benzeterek ve ona nisbet ederek “İbn Ebî Kebşe” demekle, güya Peygamberimizin bu dedesine çektiğini ifade etmek istiyorlardı.] işi gerçekten gittikçe büyüyor! Şu muhakkak ki Benî Asfar Hükümdarı bile ondan korkmaktadır!” [ Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 1, s. 263.] dedi.

Evet, Ebu Süfyan hakikati söylemiş, Heraklius ise hakikata tecüman olmuştu. Yukarıdaki hadisede dikkatimi çeken en önemli kısım: “Ben, peygamberlik davasında bulunmadan evvel onun bir yalan söylemiş olup olmadığını sordum. Sen, ‘Hayır’ dedin. Ben ise, kat’î olarak bilmekteyim ki insanlara karşı yalan söylemeyi irtikâb etmemiş bir kimse Allah’a karşı da yalan söylemez.” Doğruluğun temsilcisi olan Hz. Muhammed’i (sav) düşmanı bile tasdik ediyordu. Fazilet odurki düşmanın bile tasdik etsin. O, (sav) doğru idi. Her zaman hakikati söylemişti. O, (sav) emniyet ve güven insanıydı. O, (sav) Kainatın İftihar Tablosu’ydu...

Şimdi hep beraber düşünelim: O’nun böyle nezih bir hayat yaşamasına mukabil 21. Asrın inanalarıyız ve Hz. Muhammed’in (sav) ümmetiyiz diyen bizlerin söylediği sözlerin kaçta kaçı doğru?

Rabbim bizleri, doğruluğun Temsilcisi olan Hz. Muhammed Mustafa’ya layık bir ümmet ve O’nun (sav) doğruluğunu anlamaya muvaffak etsin. Bizleri de doğruyu söyleyen kullarından eylesin...

Selam ve dua ile...