Günümüzün Alperenleri Nam-ı Diğer 'Çağın Muhacirleri'

Horasan Erenlerinin sırrına erenler, çokluk içinde birliğe yükselmiş, tüm dertlerden sıyrılmış huzuru yakalamak arzusuyla dopdoludurlar. Elbette bu işin sırrı önce iç âleme nizam, sonra dünyaya nizam vermekten geçiyor. O halde Alperenlik duygusuyla hem beden nizama kavuşur, hem de tüm insanlık. Şöyle ki; İlayi Kelimetullah önce kalpte dirilir, sonra âlem-i emirle bağlantılı letâiflerde kıpırdar ve akabinde vücuda yayılıp iç denge gerçekleşir. Dahası fethedilecek tek ülke var; o da kendi ruh dünyamız. Şayet bakışlarımızı iç dünyamıza çevirip vehimlerden sıyrılabilirsek iç ve dış aynamızı 'Bir' kılan Allah sevgisinin tüm cihanı saracağı gün bir rüya değil, hakikat olacağı muhakkak. Kaldı ki karınca misali hedefe ulaşamazsak ta o yolda ilerleyip ölemez miyiz?

Madem öyle biraz da alperenlikten bahsedelim, bakalım alperenlik neymiş diye. Sakın ola ki durduk yerde nereden çıktı bu alperenlik demeyin. Tarihi kayıtlar iyi incelendiğinde kültürümüzün özünde Horasan erenlerinin aşıladığı alperenlik mayası yatmaktadır. Alperenlikte buram buram aşk tüter zaten. Bu kültürün başkahramanı hiç kuşkusuz Hoca Ahmet Yesevi ve onun yetiştirdiği gazi dervişlerdir. Alperenlik soylu bir ağaçtır, bu ağacın her bir halkasında yer alan Horasan Erenleri adeta geleceğe ışık tutmaktadır.  Derken her dalında bin bir türlü manevi ikramlar bütün ihtişamıyla önümüze serilir. Değim yerindeyse Alperenlik, sevgilinin bakışında pırıltı, gönüllerde heyecan demektir. Zira Hoca Ahmet Yesevi’nin yetiştirdiği talebelerde iki nişan vardır: biri alp, diğeri erenliktir. Malum alp’in nişanı kahramanlık,  teknik ve mesleki branşlardır, erenliğin de ahlaki değerlerdir. Bir başka ifadeyle Alp; cesaret, şecaat, karar, kuvvet ve teknik demektir. Eren de; ilim, fikir, hikmet, adalet, barış, terbiye, samimiyet ve maneviyat demek. Alperen ise bu iki değerin, yani Alp ve Erenliğin terkibinden doğan ruh hamlesidir. İşte ikisi bir araya gelince vahdet (birlik)  gerçekleşir. Zaten Osmanlı’nın zafer sırrı vahdet’te gizli. Nitekim bu aksiyonla üç kıtada hükümdar olmuşuz. Belli ki o ocaktan üç kıtaya uzanan Alperenlik ülküsü insanlığa bu ruhla nefes aldırmıştır.

Onlar; “Ben, güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim” diye buyuran Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in muazzez hayatlarını örnek alırlar… Onlar; hayatın mânâsını ahlâk, ahlâkın mecrâsını da Kur’an ve Sünnet belirlediği zaman bir anlam kazanacağına inanırlar… Onlar; “tebessüm etmeyi sadaka sayan”, “eline, diline, beline” sahip olup nefsini aşan, kendini inancına adayan, bahtı kara, başı dik, alnı ak, sevdası Hakk ve hayat çizgisi hüsn-ü hat olan bu aziz milletin düşünen beyni, korkusuz yüreği, âteşin imânı ve tertemiz vicdânıdır… Onlar; “Allah bes, bâkî heves” diyen, “Bâsü bâdel mevt” idrâki içinde bu hayatın rövanşına göre her yaptığını murakâbe eden, “Ölmeden önce kendini hesaba çeken”, “Emr-i bi’l ma’ruf, nehy-i ani’l münker” temel ölçüsüyle davranışlarını şekillendiren; Allah’ın unutulduğu her alanda nefsin hâkimiyetinin başlayacağını ve insanın insanlığından bir şeyler kaybedeceğini bilirler… Onlar; “Vel âmene bil kader, emine minel keder” anlayışıyla kaderden atılan oklara kâmilen teslim olduğu için kederlenmeyen, bu sebeple de gönlüne hüzün yerine huzur doldurmayı başarabilen, tevârüs edilmiş bir asâletin ve unutturulmak istenen bir medeniyetin eşsiz güzelliklerini yaşatmak için çaba sarf eden ganî gönüllü delikanlılardır… Onlar; insana insanlığını kazandıracak ölçünün yalnız ve ancak İslâm olduğunu, bâtıla yâr olanların zâhiren gâlip gelseler de gerçekte mağlûp, Hakk yolunda olanların ise mağlûp zannedilseler bile aslında gâlip olduklarını bilirler… Onlar; esbâbâ tevessülü ikmâl ettikten sonra “Kaderin üstünde bir kader vardır” derler, “zaferle değil, seferle mükellef kılındıklarını”, takdirin Cenâb-ı Allah’a ait olduğunu idrâk ederler ve büyük cihatta gâlip gelerek nefsini yenen bir yiğidin bütün cihanı yeneceğine inanırlar…

Onlar; yaşatmayı yaşamaya tercih edip, ölümü hayatın merkezine koyarak, ölümsüzlük denizine yelken açarlar, “dîn ü devlet, mülk ü millet” için şehâdet şerbetini tereddütsüz içerler, inançları uğruna “Bir gül bahçesine girercesine” kara toprağın bağrına korkusuzca koşarlar, “Mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı ise güçlü ve onurlu”durlar… Onlar; “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” hadîsini hayat felsefesi yapıp, fânî ömürlerine şerefli bir hayat sığdırırlar… Onlar; asil bir ümmetin ve şerefli bir milletin mensûbu olmakla iftihâr ederler, dâvâ adamlığını diline tespih etmeyip, hayatıyla çekerler, bu sebepten olsa gerek belki yaşlarıyla değil ama, yaşadıkları ve yaşattıklarıyla çok büyüktürler…

Şimdi; kimisi vefa borcumuzu ödemek için ata diyarındalar, kimisi Kara Kıta’nın, kara bahtını değiştirmek için uğraşıyorlar... Kısacası, kimisi Çin’de, kimisi Maçin’de “Sinelerinin ilhamlarını ölü dünyanın üzerine boşaltmak için giden”, dur durak bilmeden yürüyenlerdir... Onlar yüzyıllardan beri gelen aşkın bekçileri, Yesevi’nin Alperenlerinden devraldıkları mirasın koruyucuları Çağın Muhacirleri...