Bu Hüzün Aslında Bir Sevgi Katresi

          Bu yazıyı yazmadan önce elimde Orhan Pamuk’un “ÖTEKİ RENKLER” adlı kitabı vardı. Yazar, kitapta sahiden kişisel ve edebi dünyasını okurlarıyla paylaşmayı başarmış. Lakin canım sıkıldı ilk yirmi sayfasını okuduktan sonra. Bilmem nedendir, zannımca kendim de bu yolda ilk kitabını çıkarmış biri olarak o sakladığım çarpıcı gerçekleri başka bir meslektaşımın bunu apaçık ortaya koymasındandır belki. Bir yazar olarak hissettikleri, yaşadıkları, düşündükleri ve “yaşayan en büyük yazar” seçilmiş olması Orhan Pamuk’un okurlarına böyle bir kitapla kıyak geçmesine yardımcı olmuştur hiç kuşkusuz. Kıyak geçmekten kastım; okurlar küçük çocuklar gibi hep meraklıdır, heyecanlıdır ve isteklidir sevdikleri yazarların hayatlarını, kişisel dünyalarını öğrenmek maksadıyla. Fakat Orhan Pamuk, okur ile yazar arasındaki o ince perdeyi de kaldırıp cesurca yazarlığın, kendinin kısacası hayatının en mahrem- mahrem olarak sayarım kişisel olan her şeyi- detaylarını paylaşmış. Kırıldım çok, bunun için… Hala, bu satırları yazarken bile üzerimdeki hüznü dağıtamıyorum.  

        Hiçbir meslektaşımı küçümsemem, hepsini ayrı ayrı değil hepsini bir bütün olarak sever ve sayarım. Hepsinden öğrenmek ister, öğretmeye çalışırım. Lakin çok çömez buluyorlar, on yedisinde ilk kitabını çıkarmış birini. Onlara göre “on yedi yaş hala bir çocuk yaşıdır.” On yedi yaşında olup oldukça yaşlı hissedenler de vardır diye haykırmak isterim. Konumuz bundan ibaret değil neyse ki!  

         Küçükken yazdığım yazıları kimse okumasın isterdim-ki çoğunlukla bunlar ya itiraflarımdı ya da günlüğüme yazdığım sırlardı. Hepsini suya atar, yırtıp yakar, bir şekilde yazdıktan sonra yok etmeye çalışırdım. Çok sonra ilk şiirimi yazınca hastanede,  yırtıp atmadım. Durdu öylece. Geriye dönüp okudum hep. Ara sıra düzelttim. Ve her okuyuşumda, hep ilk yazdığım andaki duygu seline kapılıp gittim. Daha sonra yavaş yavaş babama okumaya başladım yazdıklarımı. Lakin okumaya başlamadan önce öyle heyecanlanıyordum ki, “şimdi bu yazdıklarımı dinleyecekler, içimi öğrenecekler, benim dünyamı bilecekler” diye düşünüp okurken ses tonumu ayarlayamazdım bir türlü. Kısık veya boğuk çıkan sesimden dolayı da hepten utanır, bin pişman olurdum; yazdığımı okumaya karar verdiğim için.  

         “Bana göre” kelimesini kullanmayı sevmem. Bir düşüncem varsa bunu herkese göre tartar ve söylerim; bana göre olmaması, bu düşüncenin herkese göre olabilir, olamaz veya bilinemez olabilirliğini arttırmak için… Fakat şimdi, burada herkese göre tartamadığım bir düşüncem var. Orhan Pamuk niçin böyle sarih bir dille anlattı, kişisel ve edebi dünyasını? Okurların karşısına cesurca, tüm perdeleri sıyırarak çarpıcı bir çıplaklık da sayılabilen gerçeklerle çıkabilmek doğru mudur? Çıplaklık dedim zira bu durumu net bir şekilde ifade edecek bir kelime bulamadım. “Bir yazar kendi düşler, kendi yazar, kendi okur önce yazdıklarını. Yazarın o sırlı dünyasından parçalar dağıtması, dağıtabilmesi fazlaca bir cömertliktir, aşırı gerçekliğe kaçmış bir çıplaklıktır- ki bu cömertlik ileride yazarın aleyhine kullanılabilir.  

         Bir doktor tutun ki her şeyi yazmaya karar veriyor, ameliyata girmeden önce hissettiklerini, ameliyatta hissettiklerini… “O çirkin, kokulu, pis kırımızı pelteyi neşterle parçaladım ve o an aklımda akşam yemeğinin ne olacağını tahmin edip, yanımda duran hemşirenin kötü parfüm kokusundan burnumu uzaklaştırmaya çalışıyordum. Bir an bu kötü parfüm kokusu yüzünden ameliyatı bırakıp çekip gitmek geldi içimden. Hatta hemşireyi ameliyat bitiminde başhekime şikayet etmeyi bile düşündüm. Fakat gözümün önüne başhekimin pis sırıtışı geldi. Hemen kovdum o görüntüyü. Terlemiştim. Göz ucuyla baktım karşımda duran hemşireye. Terimi sildi gazlı biz bezle. Çömez olduğu her halinden belli. Ter damlalarını bile silmeyi bilmiyor. Öf, adamda da ne kalp varmış yahu! Ah, o başhekim, yalancı başhekim!... vb…”  

         Böylece doktor olmaya karar vermiş biri, mesleğin en kötü ve en iyi taraflarını yalansız dolansız çıplak bir şekilde öğrenme fırsatı buluyor. İşte bu noktada takdir ediyorum Orhan Pamuk’u. İleride yazar olacak bizim gibi çömezler daha yolun başındayken bilsinler diye böyle çıplak bir gerçeklikle her şeyi anlattığını varsayıyorum. Lakin işin başka bir tarafı da var. Bu da tıpkı Orhan Pamuk’un “ÖTEKİ RENKLER” kitabını varsaydığım iyi meselde ele almanın dışında yazarlık mesleğinin böyle gözler önüne serilmiş olmasının şaşkınlığı, utancı, hayreti, kırgınlığı ve bir parça da kızgınlığı içinde oluşumdan kaynaklanıyor.  

         Fakat dediğim gibi hiçbir meslektaşımı küçümsemem, kırmayı istemem. Zaten bu yazıyı yazmaktaki amacım, “ÖTEKİ RENKLER” adlı kitabın varsaydığım şekilden öte yani sahiden ileride yazar olacaklar için çok iyi bir rehber niteliğinde olduğunu belirtmek içindir. Çünkü o kitaptaki itiraflar, bir nevi her yazarın itirafı gibidir. Bunalımlar, yazma isteyişleri ve yazı ile olan bağları ekseriyetle birbirine benzer her yazarın. O kitap, tüm yazarlar adına insanlık için atılmış büyük bir adımdır. Mamafih “ah be Orhan abi, niye sırları açığa çıkardın(onun deyimiyle renk verdin)” diye düşünmekten alıkoyamıyorum bazen kendimi.