Hüzün

     Bir gün içinin en hüzünlü köşesinde bana da yer açar mısın? Çünkü ben en melankoliğinden bir hüzün hastasıyım. Şifalı eller iyileştirmez beni zaten iyileşmekte istemem ki..

   Hayır!  Yağmurun çiselediği bir akşam vaktinde sokaklara yayılan kestane kokusunda değil.. Ya da sobanın üstünde buram buram tüten mandalina kabuğunda da değil..Küçük bir çocuğun elinde şekeri tükenmeye yüz tutmuş elma şekerinde de değil..Hüzünle bitmiş bir kitabın son satırında da değil..Bütün bunlara hüzün kelimesi yakışmıyor artık, ben bunların hiçbirisine hüzün demiyorum artık..

   Hüznü en çok hasrette gördüm ben. Ama neye hasret? Neyin hasreti? Yıllarca kavuşmayı bekleyen iki aşığın hasreti mi? ya da şefkatli bir annenin biricik evladına duyduğu hasret mi? Yılların ayırıp da özlemin gırtlağa dayandığı iki ahiretlik dostun hasreti mi? Bunların hiçbirine hasret demiyorum artık hele hüzün hiç.. 

  Saatin umursamadan akıp gittiği oldukça sıradan bi akşamda buz gibi kokan metro durağının en acımasız en vurdumduymaz   yerindeydi hasret. Bi baba evsiz barksız, babasız bi baba.

   Vatansızlıkta gördüm gerçek hüznü sahipsiz kalınmışlıkta..barınacak bi toprak parçası bulamayışta. Gururu örselenmiş bi baba da.Çocuklarına  ve karısına kol kanat gerememenin ağırlığı omuzlarına oturmuş bi babanın bükülmüş boynunda.. vatansız kalmış kıyamadıklarına vatan olamamış bi babada..