Seni Çok Ama Çok Özledim Çocukluğum..

Sanırım 5 veya 6 yaşlarındaydım. İlk anımsadığım öğle saatlerine yakın bir zaman diliminde evimizi hemen bir kaç metre ötedeki bir başka müstakil eve taşıdığımızdı. Taşınma gününe dair hatırladığım tek anı elimde neredeyse kendi ağırlığımda bir sehpayı taşımam olduğuydu. Eski evimiz yıkık-dökük avlusunda devasa büyüklükte bir ceviz ağacının bulunduğu bir evdi. Annemle babamın ikinci eviydi. İlkinde ben doğmuşum hatırlamıyorum o evi. İkincisinden de o gün taşınıyorduk. Yoksulluk zamanlarımızdı. Yeni taşındığımız ev nispeten diğerinden daha iyiydi. Aradaki tek olumlu fark; Bahçesinde çeşit çeşit meyva ağaçlarının bulunmasıydı. Nar ağacından tutunda dut ağacına kadar. Bir tane şeftali ağacı, Üzüm asması gene diğerinde olduğu gibi koca bir ceviz ağacı... Her yönüyle cennet diye vadedilen yerin dünyadaki bir kopyasıydı sanki. Ayrıca Geniş bir toprak zemini vardı. Orada yazları annem domates, biber, patlıcan, soğan yetiştirirdi. Kiralık olarak oturduğumuz evde küçük bir tarlamız bile vardı. Öyle bereketliydi ki artanları komşulara/akrabalara verirdik. Onlarda nasiplenirdi. Evimizi mahellenin diğer evlerinden ayıran yegane unsur. içinde meyva ağaçları ve küçük tarla bir tarla olmuş olmasıydı. Kendi emeğimizle yetiştirdiklerimizi yemek ve insanlarla paylaşmak inanılmaz haz veriyordu.

Çam ve ceviz ağacının üzerinde yuva yapan kuşları saymıyorum bile.! Benim ara-ara ağaca çıkıp yuvalarını inceleme altına almamı saymazsak pek rahatsız değillerdi sanki bizden. Hele akşam üstleri uğrak mekanlarından biriydik o kuşların. Mahallede en çok ağaç bizim evdeydi. Hepsi sanki sözleşmiş gibi toplanır yer sofrasında akşam yemeği yediğimiz vakitte insanı neredeyse rahatsız edecek derecede cıvıltılar çıkarırlardı. Öyle ki annem bazen bu seslerden rahatsız olur. Kuşları dağıtmamı söylerdi. Bende elime aldığım terliği ağaca fırlatarak hepsini kovardım. Birkaç dakikalık sessizlikten sonra sanki gidecek başka bir yerleri yokmuş gibi tekrar üşüşüverirlerdi. Çoğu yuvadaki evlatlarını bırakamıyorlardı belki de.. Sadece kuş cuvıltılarından değil, ağaçların döktükleri yapraklardan dolayıda rahatsız olurdu annem. Özellikle sonbahar geldiğinde yaprakları temizlerken kendi kendine söylenmesi kat be kat artardı. Bazen ev sahipleri yaşlı kadın ve adamın ne diye bu kadar ağaç diktiklerini eleştirirdi. Haklıydı kendince ondan başka bu dökülen yaprakları temizleyen kimse yoktu ki..
En çok yaz mevsimine ait anılar canlanıyor zihnimde. Sanki o evde hiç kış olmamış odun sobasının üzerinde kestane yememiş. Elektiriksiz gecelerde gaz lambasının altında hikaye kitapları okumamışım gibi.. Ama dört mevsimde güzel yaşanırdı o evde. Bahar geldiğinde ağaçlarımız yeşerirdi. Kışın kar yağdığında çam ağacımız kartpostallık görüntüler verirdi. Sonbaharda tüm ağaçlar çırılçıplak soyunurdu. Yazın toprak zeminde kilim serer bazen çamurdan arabalar kubbeler, piramitler yapardım. En çok TRT 1 de gördüğüm Mısır piramitlerinin aynısını yapmaya çalışır. Bazen bunu başarırdım. Saatlerimi alırdı piramitler. En tepesine bir çubuk yerleştirir. Yarattığım eserin haklı gururuyla övünürdüm. Bazen piramitlerin içinde delik açarak karşı tarafı görmeye çalışırdım. Annem hem ortalığı hem kendimi kirlettiğim için döver azarlardı. Şimdiki çocukların üzerlerinde toz bile yok. Ne büyük bir hezeyan..
O toprak zemini hiç unutamam. Sanırım küçücük bedenimde elektirik falan bırakmamıştı o vakit. Bazen bir iki arkadaşı toplar siyah poşetleri doldurur kısıtlı imkanlarla futbol oynamaya çalışırdık. Teke tekti maçlarımız çoğu zaman biri kaleye geçer diğer ikisi kendi aralarında yerde sürünmesi bile zor olan topu iki büyük taşın arasından geçirmeye çalışırdı. Günün sonunda en çok maçı kazanan şampiyon olurdu. Şampiyon olmanın verdiği hazı hiçbir şey veremiyordu. Şampiyon olmadığım günlerin gecesinde uyuyamazdım. Sabahın olmasını sabırsızlıkla bekler. Yarın ne yapmam gerektiği üzerinde epey düşünürdüm. Şu an 1999 yılının o muhteşem yazına dönüp tek sıkıntımın o olmasını yeğlerdim.
Yaz akşamları kuşların cıvıltısıyla o toprak zeminde yalınayak koşuşturmak o zaman pek ilginç gelmiyordu bana. Çocuk aklımla farkında değildim elimdeki hazinenin. İlerde tüm bu serveti kaybedip sıkıcı bir yaşamın içine daldıktan sonra bugünleri arayacağım nerden aklıma gelebilirdi ki?
Sokağımız henüz sokak lambalarıyla aydınlatılmadığı ve çoğu zamanda elektiriğmiz gittiği için geceleri yıldızları net bir şekilde görme şerefine nail oluyorduk. O müthiş görsel şöleni hafif yaz gecesi esintileriyle birlikte izlemek inanılmaz bir haz yaratıyordu. Telefon yok, bilgisayar yok, internet yok, yapaylık yok. Sadece yıldızlar ay ve ben.. Astronomiye merakım o günlerden beri vardı.O zamanlar yıldızların nasıl meydana geldiği sorusu aklımı kurcalarken Lisede okuduğum Stephen Hawking kitapları ve internetten araştırmalarımla bu pekala gizemini yitirmişti. Artık bir şey biliyordum. Milyarlarca yıl evvelki büyük patlamayı..

O evdeki ilk yaz bitiyor sonbahara okulun başlamasına hızla yaklaşıyorduk. Okula başlayacağım için epey endişeli ve üzgündüm. Üzgünlüğümün sebebi artık eskisi kadar bol vaktimin olmayacak olmasıydı. Okula bağımlı kalacaktım saatlerimi o binanın içerisinde geçirecektim. Ayrıca birkaç saatliğine de olsa evden ayrılmak hüzün vericiydi. Endişemin sebebi ise Okula giden arkadaşlardan öğretmenlerin ne kadar gaddar olduklarını duymuş olmamdı.. Bunun yanında tek kelime Türkçe bilmiyordum. Annem Türkçe bilmeyenlerin askerde, okulda, devlet dairelerinde dövüldüklerini söylerdi. Bu o zamanın popüler dedikodularındandı. Ve çoğuda gerçekti. Anlam veremiyordum sorgulamacı kişiliğim daha çocukken kendini ele veriyordu. Bir insan neden ana dilini konuştuğu için dövülür veya öldürülür.? Kürtçenin diğer dillerden ne farkı vardı ki? Bu daha sonraki dönemlerde bir çok insan gibi beni daha çok ana dilime sahip çıkmama teşvik ediyordu. Ünlü ve klişe bir söz ‘’her yasak kendi isyancısını doğurur.’’ Yasak olan her şey güzeldi Tıpkı ana dilim Kürtçe gibi..

Eylül ayı gelmiş amcam beni evimizden epey uzak olan Atatürk i.ö. okuluna kaydettirmişti. Bu okul tarihi bir okul sayılırdı. Benim kaydolduğum sene eski-püskü binanın hemen yanına yeni ve daha modern bina yapılmış ve ben yeni binada eğitim görmeye başlamıştım. Yeni binada birkaç eksilklik olduğu için eski bina halen ortaokullular tarafından kullanılmaya devam ediliyordu. Eski binanın tarihi ve mistik bir yapısı vardı. Duvarlarda çatlaklar oluşmuş. Çatıdaki kiremitler yerinden çıkmış. Sınıflardaki Sıralar, tahtalar, Atatürk portreleri, öğretmen masası sanki 1940’lardan 50’lerden kalma eski püskü eşyalarmış gibi duruyordu. Her yönüyle tarih kokuyordu. O binada okuyan ortaokul 3’e gittiğini düşündüğüm bir kız vardı. İsmini net hatırlıyorum. Handeydi ismi. Ve Şimdi görsem muhtemelen tanırım da kendisini. Saçlarını at kuyruğu şeklinde bağladığı ve ortaokullu kızların o yıllarda giydikleri elbiseden başka tasvir edemem.. Ama harikulade bir yüzü vardı galiba..
Okula gittiğim ilk günlerde ağlayışıma kulak veren tek insan Handeydi. Bir köşede oturmuş ağlarken beni görmüş yanıma gelmiş. Hatırlayamadığım diyaloglar geçmişti aramızda. Muhtemelen neden ağladığımı sormuş bende pek mantıklı bir cevap verememişimdir. Sonrasında beni kantinci Yaşar ağabeyinin yanına götürüp teselli etmek için çikolatalar kekler almıştı. Devam eden günlerde onlarca defa yapacaktı bunu. Gösterdiği ilgiden dolayı O yaşlardaki anlamsız şımarıklığıma rağmen hem de.. Ara sıra öğretmenimden derslerimi soracak kadar da ilgiliydi.
Sanırım son senesiydi okulda. Çünkü ikinci sınıfa geçtiğimde bir daha kendisini göremedim. O kıza en net hatırladığım anılardan bir tanesi aşı yapan hemşirelere yardımcı olmak için sınıf sınıf dolaşıp yardım ettiğiydi. Sıra Bizim sınıfa geldiğinde Hande içeri girer girmez benim sırama gelmiş aşı olmak istemeyen beni ikna etmeye çalışmıştı.. Biraz direttikten sonra ilk aşı olan bendim.

Bir filmdeki ortaokullu veya liseli kız karakterinin gerçek hayattaki karşılığıydı sanki hande. Romanlardan fırlamış gibiydi. Sanırım o yıllarda okulun en gözde kızlarından biriydi. Umarım domuzun biri üzmemiştir kendisini.. Bazen sınıf arkadaşlarıyla oynadığı ‘’yakar topu’’ izlerdim bahçede. Beni görünce yanına çağırır oyunlarına eşlik ettirirdi. Orada o bahçede birkaç tane kızın arasında popüler olmak şımarmaya yetiyordu o yaşlarda bende bunu ziyadesiyle yapıyordum..


O sene 1999-2000 yılının eğitim/öğretim yılı bu şekilde geçti. 2. sınıfa zayıfsız geçmenin haklı gururu vardı üzerimde. Babamın ve annemin ilk göz ağrısıydım okula giden ilk çocuk eve karne getiren çantası, kalemi, defteri olan ilk çocuklarıydım. Babam bu başarımın karşılıksız kalmayacağı sözünü vermişti. Sözünde de durdu. Bir sabah sokakta misket oynarken babamın elinde bavul tipi bir karton kutuyla sokağın başında bize doğru gelirken gördüm. Misketlerimi çalmasınlar diye ceplerime dolduruşumu hala net bir şekilde hatırlarım. Ve o sevinç dolu koşuşumu.. Bugün bir kez daha utanmayarak sıkılmayarak o günkü gibi babamın kollarına koşmak isterdim..
Babam otobüs şoförüydü. Bazen 1 hafta eve gelmediği olurdu. Bu yüzden sokağın başında onu görmem sevinç dolu çığlıklar atmama ve kollarına koşmama sebep olurdu. Yine öyle yaptım. Her zamanki gibi eli boş gelmemişti. Fakat bu sefer değişik bir şeydi daha önce görmediğim türden bir şey. İlk karne hediyemi açarken ki sevincimin eşi benzerine erişemedim bir daha..
Babam bana bir atari almıştı. Tüplü televizyona bağlanan kablolu konsollarla oynanan bir makine. Şimdiki Playstationların babası sayılan bir makine. Mahalledeki arkadaşlarım arasında popülerliğim bir anda artmıştı. Daha önce yedek olarak oyunlarına aldıkları kaale almadıkları o sıska çocuğun artık bir atarisi vardı. Ve bu onu aralarındaki en talihli çocuk yapıyordu. Neticede daha önce görmedikleri/ duymadıkları bir şeyle karşılaşmışlardı. Ben bu durumun farkındaydım. Daha önce birkaç kez kavgaya tutuştuklarım fakat artık en sıkı dostum olmaya çalışanları eve alıp atarime el sürdürtmüyordum. Bizim eve gelip saatlerce o oyunu oynamak isteyenlerin yaptıkları türlü yalakalıklar vardı. Kimi misketini hediye ediyor, kimi futbolda eşleri benim seçmem gerektiğini söylüyor. Kimisi de her konuda bana danışarak ne kadar önem arz ettiğimi belirten cümleler kuruyordu. Aralarında bir anda statü sahibi olmuştum. Bunu da avantaj olarak kullanıyordum çoğu zaman. Futbol da kaptan ve forvet oluyor. Misketin değişmez oyuncusu ve elimi bile sürmeden bana hazırlanan uçurtmaları uçuruyordum.
Tüm bu yalakalıklara rağmen içlerinden sadece bir kaçını eve alıp atarimle oynamalarına izin veriyordum. Annem televizyonu kapatıp bağırıp çağırana kadar kitleniyorduk o oyuna. Akşamüstleri annem yemeği hazırlarken benim atarimde Mario’nun sevgilisi prensesi kurtarma çabam geliyor aklıma. Kendimi mario zannetmem barikatları engelleri birer birer aşarak en sonunda o canavarı öldürerek ve ‘’Thank you mario but our princess is in another castle’’ yazısını görerek yaşadığım zafer duygusu canlanıyor zihnimde. Sonra geceleri herkes uyuduktan sonra atariyi bağlayıp gecenin sessizliğinde prensesi kurtarma çabam ne unutulmaz bir haz..

Şimdi 2015 yılının aralık ayındayız. Saat gece 01;02. Dışarıda sokakta yaşayan insanları veya hayvanları soğuktan donduracak türden bir hava var. Kuzey kutup bölgesinin rüzgarlı ayazının pencereme vurduğunu varsayıyorum. Böyle bir gece de çocukluğumu yazmak geldi içimden. Kardeşimin derme çatma masaüstü bilgisayarını kullanarak yaptım bunu. Ve son olarak 2000 yılının yaz ayına olan özlemimi dile getirmek istiyorum. Bana o ataride verilen sayısız şans gibi hayattan sadece bir şans daha istiyorum. 2000 yılının yaz ayının herhangi bir akşamüstüne dönmek ve sokaktan terli terli dönüp tüplü televizyonumda Marionun sevgilisini Kurtarmak.. Ardından‘’ ‘’Thank you mario but our princess is in another castle’’ yazısını gördüğüm anda bir zafer çığlığı daha atmak istiyorum..