Kar Küresi

O gün bir kar küresinde uyandım. Etrafta savrulanlara inat gülümsemesini koruyan o atlıkarıncadaydım. Camdaki soğukluk bana kadar geliyordu sanki. Bir çocuğun eline almasıyla durağanlığım bozuldu. Üstüne süs diye konulduğum dantel uzandı bir süre bana doğru. Sonra çocuk, atlıkarıncayı döndürmeye yeltendi. Her şey dönmeye başladı. Arkada sevimli bir de müzik... Bir çevirmelik sürem vardı anlatacaklarımı yaşayabilmek için. Kalktı yerden kar tanecikleri. Kirpiklerime kondu bazıları. Bazıları da bana dokunmadan dönüp durdu. Yağmur da başladı aniden. Ancak bir kar küresinde uyanırsan, burada dört mevsimin de yaşanabildiğini bilirsin. Bildim. Yağmur, şiddetine yakışan griliği bırakıp gitti küçük camdan dünyama. Kahkahama senkronize gök gürültüsü de o anda bestelendi. Oysa tedirgin olurum ben gök gürlemelerinden. Her kahkahamın ardından bir de ürpereceğim anlaşılan. Sonra bir toprak kokusu. Ah insanlar… Kitap kokusundan yapmadıkları gibi yağmur kokusundan da bir parfüm yapmış değiller hala.

Ayaklarımdaki ıslaklığı fark ettiğimde anladım çıplak ayaklı olduğumu. Bacaklarımı kendime çekip izlemeye koyuldum küreyi eline alan çocuğun gözlerini. Biraz da dönmenin etkisiyle, onun heyecanı içerideki suyu titretiyordu. Sahi ben nasıl nefes alıyordum? Onu bu kadar heyecanlandıracak ne yaptığımı düşünürken atlıkarıncanın diğer tarafında birine baktığını fark ettim. Çocuğun küreyi sallayıp göz hizasına getirmeye çalıştığı, buraya nasıl düştüğünü anlamayan bir başkasıydı. Kasıtlı buluşmuşuz gibi gidip sarsıntılardan sıyrılarak yanına oturdum. Seslerimiz birbirini kucakladı. Neyden konuşacağımız planlanmıştı sanki. İlerleyen zamanda anlattıklarıyla uyumlu el kol hareketleri, saçlarının sallanmasına sebep oluyor, saçları sallandıkça pırlantalar dökülüyordu sanki. Benim yıldızsı şeylerden nasıl etkilendiğimi bilir gibi. Anlattı bana; şiir yazarmış hep. Yazdığı kâğıtlardan büyüklü küçüklü gemiler yapar, su birikintilerine bırakırmış. Yağmuru fırsat bilmiş şimdi de. Bıraktığı her suda, çözünmüş kafiyeler varmış bu yüzden. Suyuna bulaşan şair olurmuş. Konuşurken ağzımdan çıkan köpükler patladıkça bu yüzden duyguya bürünüyordu herhalde.

O, ahenksiz cümlelerime takılmadı beni dinlerken. Dikkatimi çeken en güzel şey ise bir ara onda gördüğüm bir tutam huzurdu. Aniden gelip yüzünün kıvrımlarına yerleşen huzur… Bekle, hiç kıpırdama! Bu anın fotoğrafını çekmeliyim diyemeyecek kadar kısa ama çekebilseydim içindeki muhabbet kadraja sığmayacak kadar büyüktü, farkındaydım. O an yağmur damlaları gelip üzerimizde donsun da hiç eskimesin bu ifadesi istedim. Lakin kaçmasın diye avuçlarımda tutmaya kalktığımda ölümünü çağırdığım kelebekten farksızdı yaşadığım.

Bir çocuğun küreyi canlandırmasıyla başlayan konuşmamız, konuşulanların hararetine kapılan tüm insanlarınkinde olduğu gibi, teorikte dünyayı kurtaracak fikirlerle devam etti. Daha önce okuduğum bir kitaptan alıntı yapar gibi tanıdıktı çoğu söylediği. Tüm çıkarımlarım, bir dostun nefesiyle yeniden tazelendi. Bunca birbirine hak verme ne kadar doğruydu? Fazla mı ben odaklıydık acaba? Ama o, dediği şeyle içimi rahatlattı bile: “Kendi üstüne düşünmek en manalısı ama bencillik yasaklanalı, unuttuk kendimizi gerçekleştirme gereğini.”
Nerden bulmuştu şimdi böyle lafları? Ah, lütfen ama! Dünyanın her yerinde bizim gibilere körler, sağırlar muamelesi yapılırdı. Neyse ki biz bir atlıkarıncadaydık ve atlar da bizimle hemfikirdi.

Gökyüzünde kayan ışıkları yıldız zannederiz de göktaşı çıkar ya hani, buzdan yaşadıklarımı gerçek zannettim işte ben de, eriyene kadar. Kürenin içindeki su öyle arttı ki bu erimeyle, küre patlayıverdi. Mimiklerimiz savruldu etrafa. O gördüğüm huzuru taşıyan, savrulmuş haldeki yegâne mimiğini gördüm ayakucumda. Varlığı karıncalandı da almaya yeltenmedim. Atların devamlı gülümsemesi, yere düşen son parça karla karışık yağmurla tamamlandı.

Sonrası, ayrılık vaktiydi.

Sonrası, olağan dışı günümün olağan sonuydu.