Masal bu ya

Denizle sohbet edenlerin fısıltılarını deniz kabukları saklarmış. Sahile vuran kabuklar aslında öğrenilmeye hazır hayatlarmış. Öyle hayatlarmış ki bunlar, zamana fazla bulaşmış olanlar, en sonunda bir inciye dönüşecek kadar değerlenirmiş. Onu bulanı, kulağına dayayanı sevindirirmiş. Ay, bulutları silkelermiş üstünden de yakamoz, şahidi olurmuş bu birlikteliğin. Tamamlanamamış kısa cümleler bir uğultu bırakırmış kulaklarda. Deniz bazen öfkelenirmiş duyduklarından. Yükseltip dalgalarını, sahte pırıltılar yerini gerçek paslanmışlıklara bırakana kadar kenara haşince vururmuş. Balıklar habersiz, savrulmalardan şaşkın… Bazen anlatılanlara yıldızlardan bazıları dayanamaz kendini yeryüzüne bırakırmış. Bir kayığı sıyırıp düştüğü yer, deniz. Yıldızların suyla sönüşünün sonucunda bir duman kütlesi belirirmiş. O duman yükselir, havaya resimler çizermiş. Dumandan resimler yeryüzüne yayılıp küçük çocukların koridorun sonunda gördükleri karartı haline gelirlermiş. İnsanların içlerindeki karartı çocukların hayal güçlerine atılmış bir iftiraymış esasında. Yine aynı ürpertiyle odasına koşan bir çocuk, ikna etmiş kendini yatağının altında kimsenin saklanmadığına. Bir büyük, günahını fısıldar, bir yıldız intihara atlar, yükselen duman kâbus olur çocuklara bulaşırmış. Çocuklar için yaşanılacak bir dünya masallarda da mı kalmamış? 

Sürrealizmin cirit attığı bu dünyada masallara inanmayan büyüklerin bile aklı beş karış havadaymış aslında. Beş karış yükseklikte, zihinleri boyuttan boyuta atlarken de aşağıdakilere emirler yağdırırmış. Mutlu sonu getirecek bir karakter doğmamış henüz kalemimden. Çünkü evvel zamanda değil, ahir zamanda tekrarlanan bir masalmış bu. Anlatan izini bırakmadan gidermiş de dinleyenin idrakine anlatılandaki gerçeklik bulaşır kalırmış. Kısacası tozunu almalıymış yepyeni umutları gerçek mesajlarda aramanın; biyolojik bir robot değil, manalar yüklü bir sanat eseri olduğunu anlamanın…