Tutsak

dikenli teller

Belki nefes alabilirim diye atıyorum kendimi kocaman evlerin arasına sıkışmış upuzun sokaklara. Kimse beni görmesin istiyorum. Birazcık sessizlik. Ama sokak lambaları buna karşı çıkar gibi. Sanki kocaman bir sahnede tek oyuncuyum ve yüzlerce seyirci var karşımda. Ufacık bir hatamı bekleyen binlerce göz. Kalabalıklar işte... Yazarın da dediği gibi, beyinleri olmasa da kolları çok olan o kalabalıklar... Seni tepelerinde taşıdıkları elleriyle, kolayca aşağı çekebilecek olan kalabalıklar... 

Hafif bir rüzgâr okşuyor sonra tenimi. Kadife bir şal gibi sarıveriyor omuzlarımı. Şaşırıyorum biraz tabii, üşüteceğine inandığım bu esinti sarıp sarmalamak istiyor sanki beni.

Bir an duraksıyorum sonra. Gerçekten ben üşümeyeyim diye mi bu sarıp sarmalama, yoksa sırtıma alacağım darbenin acısını daha az hissedeyim diye mi? Yere sürterek ilerlettiğim ayaklarım telaşını yitiriyor sanki. Ben sokaktaki çınlayan gürültünün sebebini ayaklarım sanarken, durduğumda kesilmeyen sesler daha da korkutuyor beni. Bir nefes daha hissediyorum arkamda. Hayır hayır iki, ya da üç. Bilmiyorum. Giderek artıyor mu ne? Ne zamandan beri bu kadar gürültülü soluklanıyor insanlar? Sağır olacak gibi hissediyorum aniden. Gerçekten sesler mi var, yoksa korkunun tarif edilemeyen yan etkileri mi bunlar? Kafatasıma tırnaklarını geçirmeye can atan daha ne kadar "can" var böyle?

Üzerinde çok düşünmeden verdiğim bir kararla ayağımı havaya kaldırıyorum ve yeni bir adım için hazırlanıyorum. Ama yok, artık mavisinden bile çekindiğim gökyüzü hiç olmadığı kadar kara bugün. Öyle ağır bir kara ki, dizlerime bastırıp tekrar eski yerine getiriyor havadaki aciz bacağımı, ötekinin hemen yanına. Rüzgâr hücre demirleri, gökyüzü başımdaki gardiyan, her bir nefesimde duvara yeni bir çentik atıyor. Hızla artıyor o büyük titizlikle atılmış çizikler. Vücudum da olayın ciddiyetini anlayamamış olacak ki, biraz daha adrenalinle hızlandırmaya çekinmiyor nefeslerimi.

Dizlerimin arkasına bıçak gibi bir tekme yiyorum sonra. Diz kapaklarım buz gibi soğuk taşa çarpıyor. Öyle bir çarpış ki tüm evlerin duvarlarına ayrı ayrı ulaşıp tekrar geliyor kulağıma. Sert bir rüzgâr sırtıma tokat gibi iniyor şimdi de. Önce göğsüm sonra yanağım hissediyor yerin soğukluğunu. Cılız bir haykırış teslim oluyor dudaklarımdan habersiz. Bir avuç çentik daha...

Ne o? Duvar dolunca kesecekler mi nefesimi? Daha fazla yer kalmadı bu kadar yeter mi diyecekler? Ellerim daha da çok terliyor şimdi. Olamaz. Elini tuttuğum çok insan vardı. Ya kayarsa elleri ellerimden. Yüreğin yüreği bırakması zordur da ellerin kendini koyvermesi ne kadar sürer?

Sahi, birazcık nefes alabilirim umuduyla gelmiştim değil mi ben buraya? Hah. Bu farkındalıkla kendimle alay etmeye vakit bulamadan artık miktarının ayırdında bile olmadığım karanlığa kapatıyorum gözlerimi yavaşça. Ellerimi kulaklarımın üstünde yakalıyorum. Ne zamandır bastırıyorum böyle acaba? Kendi nefes alışımı bile duymak istemezcesine bastırdığım ellerimi gevşetiyorum biraz. Çok geçmiyor, her bir dişini ayrı ayrı hissettiğim bir ayakkabı tabanı keskin bir acı bırakıyor bedenimde. Yine, yine ve yine. Bir çektik, bir çentik daha, bir çentik d...

Artık doluyor duvar.