Ölüm' e 5 Aşk' a Sen var Sevdiğim..

Yıllar sonra yeniden gözlerinin rengine çalan o hırsız şehirdeyim. Elimde izsiz zamanlarımın fedaisi tahtadan bir bavul, yüreğimde an an biriktirdiğim sen ve aklımda çengel çengel soru işaretleri.

Hava, güneşin sıcaklığının alacaklısı gibi. Denizse özlemin derin uykusundaki ruhumu uyandırmak istercesine hırçın. Bakışlarım, cüzdanımın gözünde yıllanmış, harfleri üst üste geçmiş adresler yazılı kâğıtta. Sanki gidecek çok bir kapım kalmış gibi.

Ruhumun omuzlarına binmiş bir yüzleşmenin, dip olmuş sancısı ile kabına sığmayan kalabalığa doğru ilerliyorum. Kaygılarım, korkularım ile kol kola. Dillerini bilmez, dillerini anlamaz, yurduna el olmuş bir garip gibiyim. Takvim yapraklarından habersiz zamanlar, intikam alırcasına yabancılaştırdı beni bu koca şehre. Haksız mı onu bile bilmiyorum.

Kıyıya yanaşacak vapurun sesiyle bozuluyor şehrin bana olan suskunluğu. Yüreğime sallanmış bir sille hiddetiyle, bir sille şiddetiyle. Kime gideceğimi bilmeden biniyorum vapura. Gülen gençlerin çemberindeki bir yerlere oturuyorum. İyice dolan vapur harekete geçmeye hazırlanıyorken ben daha da geç kalksın diyen zihnimin suntasına mıhlanıp kalıyorum. Oysa nafile halatlar çözülüyor ve ruhundan sökülmüş bedenim denizin kucağında yol alıyor. Martılar ah martılar!

Sensizliğin karnına hapsolmuş irinli geçmişimi, ruhumu tutan denize kusmak istiyorum günah çıkarır gibi. Kustukça temizlensin, tuzlu suyunda yıkansın istiyorum. Yeter mi onu bile bilmeden.

Vapur, Kız Kulesi'ne yaklaştıkça zat-ı şahanenin yalın güzelliği gözlerimin merceğine vuruyor tek ve dimdik. Sonra yalnızlığına kör kalışımın gerçeği beliriyor… Oysa sevda dertlisi kandilleri, şehrin ötesinde kim bilir kimleri aydınlatacaktı. Nasipsiz cömertlik bu olsa gerek ya da dibine ışık vermeyen mum.

Hatırımda üryan boğaz gecesi kollarındaki sana soyunduğum sevişmelerimiz, beşi bir yerde gibi gam görümlük. Artık zaman bambaşka... Artık zaman, zamansızlık tülüne dolanmış ve artık zamanıdır hıçkırık olmuş keşkelerimin.

Ben gözlerinde yol almaya devam ederken havada tatlı bir esinti... Buz tutmuş bedenimi. Yangının yakıyorken, iklimin de havanın da pek de bir anlamı yok aslında. Ilık rüzgârın yerine sen okşasaydın isterdim saçlarımı. Ellerinde kalmış saç tellerimden yağlı urganlar yapıp sarıp sarmalasaydın beni ve yağmurun bereketiyle sicim sicim öpebilseydin.

Kıyıya süzülen vapur son durağı işaretlerken yavaşça irkildim oturduğum yerden ev sofrasına bağdaş kurmuş davetsiz bir misafir gibi. Ne karnım doymuş kalktım, ne de gözüm... Sağ bacağıma yaslanmış bavulumla mayın tarlası caddelere bıraktım kendimi. Her patlama sana yaptığım haksızlığa yeniden yeniden uyanışım olacaktı. Göze alarak geldim sevgilim, her şeyi göze alarak.

Yol üstünde rengârenk ışıklı, kalabalık mı kalabalık mekânlar... Kapı önlerinde kiminin elinde keman, kiminin gitar... Cezbetmeye, içeriye almaya çalışır akustikte. Kapı önünde duran bir gencin; "gel yalnız adam." demesi öyle acıttı ki, gırtlağıma yapışmış bir ah ile içeri girdim. Cam kenarı bir masaya oturdum sırtım kalabalığa, yüzüm şehre dönük. Sert bir kahve söyledim onca açlığıma rağmen ve kahveme yarenlik edecek bir de sigara yaktım. Bu ikisi yeter sanıyorken kulağıma sevdiğim bir şarkının notaları dokundu. Unutulmadığımı hissettiren bir anı yaşadım birden. Kapattığım gözlerimde beliren yüzün, şarkıyı hücre hücre yaydı oksijensiz, yaşamsız kalmış ruhuma. Camda dans eden çiftlerin yansıması eşliğinde dinledim, dinlendim, demlendim durdum. Aklımda, bir çığ gibi büyüyen; "sana ne cevap vereceğim" sorusu. Belki bu soruyu cevaplayacak bir anı bile çok göreceksin bilemiyorum ki. Nefesinin gezindiği şehre bile bunca zaman geç kalmışken karşına nasıl çıkabilirim, ne diyebilirim? Omzuma dokunan elin sahibine çevrildi birden başım. Kapıdaki o gençti. Hüzün sarısı sakallarıma bakan gözleri hafiften tatlı bir tebessümü bindiriyordu yüzüne. Müsaade almadan masanın dışında kalmış dizlerimin önüne kırdığı sandalyeye oturdu. Daha da yakınlaşan bakışlarıyla tanımamı bekler gibi uzun uzun baktı. Oysa puslanmış zihnimin perdesine canlanan tek bir yüz bile belirmedi. Ben kahvemi gri dumanlar arasında yudumlarken bir anda ‘niye bu kadar geç döndün Asım’ diye sordu. Çatılmış kaşlarımın tepesine değecek kadar açılmış gözlerimle 'kimsin?' diye sordum. Bakışları her şeyi anlatıyordu aslında onca zamanın ilk alacaklısıydı karşımdaki. Yüzsüz bir cesaretle yeniden sordum ve bu kez cevap gecikmedi ‘hatırlanamayacak değere sahip biri, bilmenin bir önemi olacağını sanmıyorum’ Ayla'yı hatırlıyor musun diye gelen soruyla bir yudum kahvede boğulmuşçasına dibe vurdum. Bir feryat gibi yükseldi sessiz çığlıklarım kendine dövülen virane ruhumda. 'Kardeşi Bülent' diyebildi sadece ve kâinat ağırlığınca bir sükûta büründü. Artık konuşma sırası cehennemin korunu ödünç almış gözlerindeydi. Kendi kendini bitiren sigaramı fark edince bir sigara uzattı ve sigaramı yakan çakmağın aleviyle bir sigara da kendisi yaktı. ‘anlat Asım anlat’ diyerek derin bir iç çekti.

Pişmanlığın müebbedini yiyen ben ‘böyle olsun istemedim, istemedim’ cümleleri ile başladım söze. Kimsesiz geçen koca 19 yıl ne bir yüz, ne bir ses. Her şeyin uzağında, her şeye hasretli. Kırağı çalan saçlardan, virane bir yürekten, keşkelerle belkilerle geçen yıl kovanlardan ve geç kalmış bir cesaretten başka da bir şey yoktu elde kalan.

Bülent’in inanmayı bekler bakışları ardınca sıraladım yüreğime katran katran döşenmiş tüm gerçekleri. Baba mirası bir mesleği icra etmek ne zor bilemezsiniz. Kurtarılmış canlar ve birbiri içine geçmiş halka halka hayatlar. Söz vermiştim bir doktorun elinde can veren babama; ne olursa olsun aynı ateşi başka bir ocağa düşürmeyecektim, hiçbir anayı, hiçbir eşi, hiçbir evladı gidenin ardı sıra ağlatmayacaktım.

Babam bir kış akşamı göğsündeki bir sızı üzerine fenalaştı. Uykularımı, umutlarımı bölen sedyenin sesi yoğun bakım kapısına gelince susabildi ancak. Her şeyden habersiz boylu boyunca yatan babamın bizi göremez hali hiç ama hiç çıkmıyor aklımdan. Saatler ilerledikçe korkularım daha bi sokuluyor sinemin koynuna. Arsız, utanmaz bir kadın gibi. Kapısı kapanan oda bize bir türlü açılmıyor, başka başka doktorlar odaya girip çıktıkça kafamı sağa sola kırıp ellerini, yüzünü görebilmenin savaşını veriyorum. Her zamanki gibi o sevdiği meslektaşları yine başında, ancak bu kez masada yatan başka bir hasta. Onsuz geçen ilk geceyi uğurluyorum yattığı odanın kapısında ve daha birçok geceyi… Bekleyişte olduğum gecelerden biri yine. İçimi kaplayan beklemenin ağırlığı ciğerlerime oturmuş; nefessiz, soluksuz bırakırcasına. Cama değen buğulu gözlerim İstanbul’un saklı kederiyle dip dibe. Ağlamak istiyorum, yağmur olup ağlamak Ortaköy’ün üzerine. Uzayan bekleyişlerim, acının kadranında saat 23:55’ i gösteriyorken yığılıp kaldı. Artık ben babasız bir evlat, annemse sol yanı eksik bir kadındı…

Babasız geçen çocukluğumun eksik yanlarıyla karşıladım her geceyi. Ellerinin kokusunu bıraktığı beyaz eldivenleriydi yastığımı paylaştığım. Babamı öpercesine öptüm ve her gece dualarımın peşi sıra sözler verdim ona. Çünkü biliyordum babamın o eldivenleri hangi ellere emanet ettiğini. Artık yeminlerimin arasına bir yenisi daha girdi. Okulunu bitirmiş, Hipokrat yeminini etmiş bir doktor olmuştum tıpkı babam gibi. Mesaisi sadece geceleri olan bir doktordum artık. Umut dolu sabahlara ben taşıyacaktım koridorlara sürgün yürekleri ve nitekim öyle de oldu. Sayısı yüzleri bulan ameliyatlarla her biri ömrünün sabahına ellerimde uyandı. Ancak ne var ki babamın ölümünde suçladığım cerrahın makûs talihi meğer bana ne kadar yaklaşmış. Ben kendimi kurtaramayacağım tek bir can bile kalmayacak diye tembihlemiş ve babamın ölümünde bir başka meslektaşımı haksız yere suçlamışken...

Tarih 19 Ocak, babamın ölüm günü ellimde nergisten bir buket. Babamın en sevdiği çiçekti nergis. Her yıl olduğu gibi bugün de sevgili babamın huzurundayım. Hastalarımı anlatıyorum ona; uzayan ameliyatlarımı ve eksik bıraktığı yanımı. Hava kararmadan gitmeliyim başucundan biliyorsun. Ki karanlığa hiçbir zaman yakıştırmadım seni. Vakit akşamı gösterdiği anda hastaneye gidip odama çekildim, ameliyathane kıyafetlerimi giyindim ve sabaha göz açacak hastamın yanına doğru ilerledim. Berra isminde gencecik bir kız çocuğu. Hücre hücre işlemiş narkozun uyutan sessizliğinde. Beni duyduğunu bildiğim için kulağına birkaç cümle fısıldadım. Kapı önünde annemin acısını giyinmiş bir anne ve benim yitikliğini yaşadığım bir baba. Ameliyat masasında saatler süren bir ölüm kalım savaşı ve benim gözümde her ameliyatımda canlanan o an. Saat 23:50 ölüme beş kalanın saati. Damarlarına hayat taşımaya çalışan yüreğim sabaha daha çok var diye diye dokunuyor Berra’nın yenik düşecek kalbine. Nabzı kesiliyor birden. Aldırmadan devam ediyorum o daha çok küçük, hadi Berra sabaha daha çok var dayan diyorum. Saat 23.55… Verdiğim sözü tutamadım. Hem babama, hem Berra’ya verdiğim sözü. Kan saçılmış önlüğüm sırtımda. Denizine sığınıyorum İstanbul’un beni yıkasın, beni arındırsın bu geceden diye.

O günden sonra yalnız uyuyorum artık yastığımın kenarında ne bir eldiven ne o eldivenin içine girecek ellerin sahibi yok artık. Bu şehir, sevdiğim kadın, karşılanacak sabahlar yok artık. Adını duymadığım topraklara sığınıyorum kimse beni suçlamasın diye. Bana ait geçmişi boğazın sularına bırakıp kimsesizliğe, kendime olan sürgünlüğüme açılıyorum. Şehrin kuşlarına bile haber uçurmazcasına. 29’ lu yaşımla selamlıyorum Rumeli’yi, Sultan Ahmet’i eli havada kalmış olarak..

Hiç aklımdan çıkmadın Berra. Aylarca bakamadım aynaya, yalnız suretin kalsın istedim göz perdemde. Yüzleşmek, görmek istemedim seni öylece bırakan zalim benle. Şayet evlenmiş olsaydık her kahvaltıda evi mis mi mis kurabiyelerinin kokusu saracak ve ben bu kokularla güne uyanacaktım. Öyle diyordun hep. Çay demini alana dek ben traşımı olmuş sen masayı kurmuş olacaktın. Akşam eve gelmeden hale uğramış biraz taze barbun, bir demet roka ve bir de bir iki kadeh içimlik şarap. Ve bu kez bitmesini istemediğim gecelerin koynunda sabahlayacağız aşk ile. Ahh Berra..

Yıllar ne sırtımdaki kanlı gömleği ne de ruhumdaki kara lekeyi biraz olsun temizlemeye yetmedi. Ben vicdanıma aklar düşürmek isterken saçlarım çoktan kar beyaza büründü. Küçük bir kasabada geçen sahipsiz zamanları devirmenin çabasında geçti gitti ömrüm. Tam 19 yıl ve yine bir gece uykumdan uyandıran beri yeniden bıraktığım geçmişime taşıyacak bir gece. Babam onca yıldan sonra ilk kez rüyamda. Belli ki gittiğim gün o da benden gitmiş ama baba işte dayanamadı herhalde 19 yılın özlemini bir gecelik rüyada bitirdi. Mezarının yanını işaretlercesine taştaki yazıyı okumamı istedi. O rüyanın etkisiyle hemen uyanıverdim. Ne babam vardı, ne adı taşta yazılı annem. Ağlamak istedim tıpkı babamı hastanede beklediğim günkü gibi. Ağladım da. O an bu sürgünlüğün aslında kendime olduğunu, nereye gidersem gideyim acılara uzak kalamayacağımı, sevdiklerimi hep bir kaybın ardında bırakacağımı anladım. Koca 19 yılda bir tek tahta bavulum aynı kaldı. İçini bir iki hırka, birkaç pantolon ve buruk ama yüzsüz bir cesaretle kapattım ve kendimi yıllar sonra yeniden ait olduğum suların maviliğine bıraktım.

İşte Bülent bir kumar masasında kaybolmuş zar atılmış hayatım. Affedebilir misin beni ya Berra?

‘Berra, Berra…’ dedi ve öylece kaldı. Berra bambaşka bir zamana, bambaşka bir hayata ait artık. Demek evlendi, sevindim kim olsa evlenirdi ben gibi bir adam beklenebilir mi? Çocukları var mı, iyi mi kocası, üzmüyor onu değil mi? Ben ardınca sıralarken sorularımı hiçbirinin cevabı gelmedi. Bülent havada kalmış sol elimi avuçlarını arasına aldı ve ‘ Berra 3 yıl önce öldü Asım ve hiç evlenmedi. Her sabah kurabiyeli sofralar hazırladı belki gelirsin diye. Biri dolu biri boş kadehlerle sabahlara değin ağladı. Yazdı... Sayfalar dolusu yazdı sana konuşamadıklarını, onu duyamadıklarını. Kalabalığın içine çıkmadı gittin gideli hiçbir erkek görmedi onu odasında, evde geçen tıpkı sen gibi kendine sürgün onca zaman. Sen hiç uzakta değildin. Mutfakta, salonda, çalmayan telefonda konuşur dururdu seninle. Bazen kahkahalar atar bazen içli içli ağlardı. Uyusun da biraz dinlensin isterdik ama nafile, gece oldu mu bir mum yakar karanlığı kendince kovmaya çalışırdı. Bir sabah ne adın ne seninle konuşan ablam vardı. Sana yazdığı birkaç sayfalık veda yazısının ardından üflediği mumun karanlığına teslim etti canını. Ve son sözü ‘geç kalma kurabiyeler soğumasın’ oldu’

‘Hala affedilmeyi bekliyor musun Asım’ dedi ve çekip gitti yanı başımdan. Söyle İstanbul hangi zamanı yaşıyorum ben ya da bir zamanı yaşamayı hakediyor muyum? Haklısın yakışmıyorum sana. Bunca zaman hırsız olarak suçladım seni. Sevdiğim kadının gözlerini çaldın diye ve şimdi anlıyorum gerçek hırsız benim. Onca masum hayatı, onca masum umudu ve onca masum zamanı çaldığım için.

Saat 23:50;

Ölüm’e 5 Aşk’ a Sen var Sevdiğim…