Varoluşumun Yegâne Işığı: Kitap

Kitaptan kitaba akıyor hayatlarımız. Bence biz kitabı değil de, kitap bizi alıyor, kendi dünyasına çektikce çekiyor ve ruhumuzu teslim alıyor her sayfada. Zaman, mekan sanki sadece isimde var olmuş gibi anlamını yitiriyor. Bazen kitaptaki kahramanlar bizi kendine öyle dost ediyor ya da öylesine sevdiriyor ki hastalıklı derecede gerçek dünyadan elimizi eteğimizi çekmek geliyor içimizden. Kitabın son sayfasından sonra kapağını kapatıp, bir süre boşluğa bakıp sıradan ve madde kölesi olmuş hayatlarımızı hatırlıyoruz. Yaşımız kaç olursa olsun, etrafımızdaki modern kaçıklar hislerimizi anlamıyorsa eğer, kendi zihnimizin köşesine bir salıncak kurup orada daha çok kitaba dalmıyor muyuz?

Yazıcı ve okuyucu. Arasındaki mükemmel denge nasıl sağlanıyor? Nasıl oluyor da yazıcı, okuyucunun tüm benliğini eline alıp okşayabiliyor? Bu hikmet nasıl gerçekleşiyor? Bunu yazana da okuyana da sorsak doyurucu bir cevap alamayız. Çünkü o denge görünmez; düş bağlarıyla bağlanmıştır ve bu baği sadece 'okunan', yazılmış olan görür. Yani bağı oluşturan...

Bazen insan bir buluta sığınıp ağlamak istiyor. Çünkü kitaplarda keşfedilmesi gereken daha milyonlarca gezegen varken, bize dayatılmış olan düşünce kısıtlayıcı yaşamlara itiliyoruz. Zorunda olunan şeylere.. Ve mükemmelcilik endeksli zihinler hep bir sonuca göre yargılıyor yaptıklarımızı. İşte sonu gelmeyen acı budur. Sonuca giderkenki yolu sormak yerine her şeyi sonuçla sınırlandırmak. Bunu da karadan denize bakınca yalnızca ufuk çizgisini görenler yapar. Ve bence bunu yapmayanlar ise denizi, göğü, ufuk çizgisini ve denizin altını bir bütün olarak algılabilenlerdir.