Umuda mı Umutsuzluğa mı?

Ve sen yoksun... Gençlik hayalimizdi seninle aynı yastığa baş koymak. Her acıyı göze alacak kadar sevmiştim seni milletin hayali gibi "pembe panjurlu ev bir araba" hayali kurmadık biz. Tek isteğimiz 'beraber olalım ve hayata sıfırdan başlayalım'dı.

Muzaffer ailevi sebeplerden dolayı okula geç başlamıştı ama aynı yaştaydık. Okul çıkışı mekânımız kafeterya pastaneler değildi. Biz seninle belediyenin kırık bankında oturmayı tercih ederdik. Bizim hayallerimiz bile farklıydı. Ben kütüphaneci olmayı isterdim, sen ise makine mühendisi... Ben kitaplara âşıktım. Sana her seferinde okuduğum kitapları anlatırdım o anı yaşarcasına ve en çok Kız Kulesi'ni, Galata Kulesi'ni görmek isterdim.

Kim bilir belki de bir gün hayallerimiz gerçek olacaktı. Sonra hayal ettiğim, İstanbul'u görme fırsatımız olabilecekti. Seninle sahil kenarında oturup iki simit ve ayran alacağız. Simidin birisi bize, diğerini martılara atacaktık. Belki de bir vapurla adalara seyahat edecektik, uçsuz bucaksız deniz turuna çıkmışız gibi... Gün batımını Kız Kulesi'nden izleyecektik. Ve birçok İstanbullunun dahi bilmediği teleferikle gökyüzüne çıkacak, tıpkı hayallerimizdeki gibi özgür olacaktık.

Okumaktan başka çaresinin olmadığını söyleyip duruyordun. Her seferinde ailenin durumu seni hayallerinden uzaklaştırıyor ve istemeyerek de olsa birçok şeyden vazgeçmek zorunda kalıyordun. Lise hayatın bitmiş ve üniversite sınavına girmiştin.

Hüzünlü bir sonbahar ve kapı çalınır; gelen postacı

+ Gizem Dervişoğlu

— Benim, buyurun

+ Ankara’dan postanız var

— Şurayı imzalayın lütfen

+ Teşekkür ederim

— iyi günler

Heyecanlanmıştım zarfı açıp içine bakınca:

"Gizem Dervişoğlu Hacettepe Edebiyat Fakültesi'ni kazandınız."

İnanamıyorum hayallerim gerçek olmuştu ve ben üniversiteyi kazanmıştım.

...

...

...

"Ey Mihrimah'ım geceyle gündüzüm" son nefesim. Oysa ki senin kazandığın hayaller benim hayallerimin sonu olmuştu.

Hayat, kazandığın üniversite sayesinde yeni imkanlar koymuştu önüne ama bir engel vardı, ya da kafana takılan bir sorun. Bunu Muzaffere anlatmalıydın. Halbuki dün beraberdiniz ve sen ona hiç bahsetmemiştin sınava girdiğini. Belki de haksızlık burada başlamıştı. Aklına geldikçe nefesin daralıyordu 'bir an evvel konuşmam gerekiyor' deyip telefona koşmuştun

—Alo Muzaffer ile görüşebilir miyim?

+Muzaffer burada yok hastaneye gitti, kim arıyordu.

—Muzaffer'e bir şey mi oldu lütfen doğru söyleyin

+Babası, babası kaza geçirmiş

—Alo Alo hanımefendi iyi misiniz? Alo

Hemen hastaneye koşmuştum ve artık her şey için çok geçti..

Ali amcayı kaybetmiştik. Muzaffer'i hiç bu kadar çaresiz görmemiştim. Bir tarafta ağlayan Naşide anne ve iki kızı, diğer tarafta Muzaffer...

Saat bir hayli geç olmuştu ve benim eve gitmem gerekiyordu. Günler sonra Muzaffer'i bakkal dönüşü görmüştüm. Beni aynı yerde beklediğini söyledi ve eve uğrayıp parka geçmiştim. Beni bekliyordu; derin düşüncelere dalmış; geldiğimi farketmemişti bile...

—Muzaffer iyi misin?

+evet, hoş geldin nasılsın?

—Bir şey mi oldu?

Aniden dökülü vermişti cümle ağzından "Ben okulu bıraktım Gizem, aileme bakmam gerekiyor" diye... Ama nasıl olur? Hem de okulun bitmesine az bir zaman kala...

Muzaffer kararını çoktan vermişti; dönüşü olmayan bir karardı.

Ben de:"Sana bir şey demem gerekiyor Muzaffer" deyip, yanıma aldığım sınav kağıdımı uzattım... Zarfı açıp "Gizem Dervişoğlu Hacettepe Edebiyat Fakültesi'ni kazandınız." Yazısını okuyunca, sevinmekle üzülmek arasında kalan Muzaffer bir süre sessiz kaldı. Bana döndü ve zümrüt gözlerini gözlerime dikti. İçten ve boğuk gelen sesiyle:"Senin adına sevindim Mihrimah'ım" dedi ve ekledi:"Ben babamın vefatından sonra, okumayı bıraktım, çalışmam gerekiyordu. Hayalim olan makine mühendisliği değil sanayide tamircilik yapıyorum. Soğuk kış gecelerinde sabahlamak belki de bu tamirhanenin kaderiydi. Sen hayalin olan bölümü kazanmışsın. Ama burada 'ANKARA' yazıyor. Yani sen gidecek misin?" dedi ve ellerini başının arasına alıp derince bir of çekti.

yesilkoy-tren-istasyonu

Bir ay sonra.....

Tüm hazırlıklarım yapılmış babam kalacağım yurdu ayarlamıştı artık buruk bir sevinçle hazırlamış olduğum valizlerimi kıvırcık saçlı Ayşeciği de almıştım yanıma. Belki de tek sırdaşımdır küçüklükten beri. Öğleden sonra 15.10 da tren kalkacaktı ve son kez de olsa Muzafferi görmek için haber gönderdim.

Muzaffer iş elbisesi ile gelmişti. Onu ilk kez görüyordum bu halde. Muzaffer hiç konuşmuyor sadece susuyordu. Gerçi ne diyebilirdi ki... Gitme dese ne fark edecekti? Muzaffer'in gözlerine bakmaya çalışıyordum ama hep benden kaçırıyordu. Ellerimi avuçlarının arasına alıp:

"Hasret bağrımda yanan bir ateştir;

Nefesinle sönsün bu sinemde ki yangın,

Etme bana cefa ey sevdiceğim dünüm sen,

Bugünüm sen yarınım sen olmuşken."

Artık gidiyorsun belki de bir daha gelmeyeceksin ya da sonsuza dek görüşemeyeceğiz ama şunu unutma ki seni her zaman sevdim ve bu hiç değişmeyecek...

Yanındayken zamanın nasıl geçtiğini anlamamıştım ve artık gitmem gerekiyordu. Muzaffer valizimden tutmuş ve yavaş yavaş tren garına doğru gidiyorduk. Veda saati gelmişti. Elimde kırmızı bavulum düşmüştük yola. Sımsıkı tutmuştu minik ellerim. Oysa birazdan avuçlarımın arasından gideceğini bile bile uzun yol ne çabuk bitmişti... Ve tren garında bulmuştuk kendimizi; veda ıslıkları çalıyordu.

—Ankara’ya gitmekte olan 15.10 treni hareket etmektedir.

anonsu ile Valizimi alıp trene binmiştim. Kulakları sağır eden trenin düdüğü beni umuda mı götürüyordu yoksa umutsuzluğa mı anlamamıştım...

Not: Devamı bir sonraki yazıda…