Yaşam ve Göç

HAYALLERİM VARDI  

Savaş karanlık yüzünü göstermeye başlamıştı, bununla birlikte çaresizlik de…  Durum günden güne daha kötüye gidiyordu, bomba seslerinden halk uyuyamaz olmuştu.

Abdu'l Melik ve çevresi de bu huzursuzluğu derinden hissediyordu.  Savaş giderek artmış, yaşadıkları yerler bombalanmaya başlamıştı. Canları tehlikedeydi. Ne kadar mücadele etseler de başa çıkamıyorlardı. Kaçmak yaşadıkları şehri terk etmek tek çare gibi görünüyordu.

Saat gece 03:10'a geliyordu, birazdan eş dost ve komşular gelirdi.  Abdu'l Melik kapıyı açtı, on dakika içinde her ailenin söz sahipleri gelmeye başladılar. Herkes yerini aldıktan sonra Abdu'l Melik elindeki haritayı açıp göçe nereden gidebilecekleri hakkında bilgi verip görüş aldı. Orada bulunan herkes  Abdu'l Melik'in  kararlarına saygı duydu. Sıra ne zaman gideceklerine gelmişti. Onu da  gece 00:00 olarak kararlaştırdılar. Şehrin biraz ilerisindeki ormanlık alanda toplanacaklardı çünkü şehirde toplu halde hareket ederlerse askerler tarafından tepkiyle karşılaşırlardı. Abdu'l Melik  “Kimse yarın çok fazla eşya almasın ki yolda zorluk çekmeyelim ayrıca elinizde ne kadar para ve altın varsa hepsini getirin.” dedi. Bu göç Abdu'l Melik ve ailesini çok etkileyecekti çünkü eşi 8 aylık hamileydi ve sınırı aşıp Türkiye’ye ulaşmaları 4-5 gün sürecekti eşi bu zor göçe dayanabilir mi bilemiyordu. Eşine evlenirken verdiği sözü tutmak ve daha doğmamış çocuğunun iyi bir yaşam sürebilmesi için mecburlardı bu duruma. Abdu’l Melik’in sorumluluğu büyüktü. Ailesini korumak zorundaydı ve bu ona çaresiz hissettiriyordu. Saatler çabucak ilerliyordu tabi zamanka birlikte hüzünde artıyordu ve göç günü gelmiş çatmıştı.

O gün mahalledeki tüm evlerde bir hüzün vardı. Abdu'l Melik evleneli henüz 1 yıl olmuştu. Eşi ve doğmamış çocuğu olmasa doğup büyüdüğü bu vatanı terk etmezdi. Eşi Abşar ağlayarak evden onca yıl emek emek hazırladığı çeyizlerini toplarken bir taraftan da içi cız etti. Buna benzer olaylar hemen her evde yaşanıyordu. Kimisi yıllarca çalışıp dişinden tırnağından arttırıp zar zor başlarını sokabilecekleri bir ev yapabilmişlerdi. O evleri yaparken ne umutlar yaşamışlardı. O evlerde mutluluk ve kahkaha eksik olmayacaktı ama olmadı... Artık yurtsuzlardı, vatansızlardı ve hayattaki en zor şeydi bu. Hava yavaş yavaş kararmaya başlıyor ve evlerde hafiften istemeyerek de olsa bir hareket başlıyordu. Abdu'l Melik ve ailesi evden çıkarken Saat 22:00’da bulundukları arkası kapalı bir kamyonetle Türkiye sınırına yakın bir yere kadar gideceklerdi. Abdu'l Melik ve ailesi toplanacakları yere vardıklarında neredeyse herkes oradaydı. Üç saat yürüdükten sonra bir kamyonete bineceklerdi. Abşar yaklaşık 2 saat sonra soluk soluğa kalmış yürümekte zorlanıyordu. Ne de olsa iki canlıydı. Hem eşine hem de yanlarındakilere kamyonete yaklaştıklarını biraz sabretmeleri gerektiğini söylüyordu. Eşi daha fazla dayanamadı yolun kenarına kendisini zor attı. Abdu'l Melik hemen eşine müdahale etti. Yanındaki suyu çıkarıp verdi. Telaşlanmıştı çünkü eşine ve doğmamış çocuğuna bir şey olur diye korkuyordu. Bir on beş dakika kadar dinlenip yollarına kaldıkları yerden devam etmeye başladılar. Yaklaşık 1 saat kadar yürüdükten sonra kamyoneti gördüler. Abdu'l Melik gelenlerden bir miktar para toplayarak kamyonet şoförüne verdi ve bu arada da yanındakilere kamyonete binmelerini söyledi. Herkes bindikten sonra Abdu'l Melik de bindi. Kamyonetin arka kısmı kapalı olduğu için karanlıktı ve bir o kadar da havasızdı. Fakat binmek zorundaydılar. Yanlarında sadece biraz ekmek ve biraz da su vardı ve bu onlara 5-6 gün yetmeliydi.

İlerlemeye başladılar .Çocuklar hem karanlıktan hem de havasızlıktan dolayı ağlıyorlardı. Ses şöföre kadar gidiyordu. Şöför ani bir frenle durdu ve kamyonetin arka kapısını açıp: ”Ya susturun şu çocukları ya da inin! Askerler tarafından yakalanacağız. Kaçmaya çalıştığımız anlaşılırsa hepimizi öldürebilirler.” dedi. Şöför bunları bağırarak söylediği için çocuklar korkup susmuşlardı bile. Şoför tenha yerlerde inip arka kapıyı açıyordu bir beş-on dakika ihtiyaçlarını karşılıyorlar ve yollarına kaldıkları yerden devam ediyorlardı.

Abdu'l Melik 'in hesabına göre 2 günlük yolları kalmıştı. Arka taraftan bir çığlık yükseldi. Ses Abşar’dan geliyordu. "Geliyor, geliyor!!!”diye bağırıyordu. Doğum başlamıştı. Abdu'l Melik heyecandan ve korkudan kamyonetin kasasında dört dolanıyor ve şoförün duyması için kamyoneti tekmeliyordu. Şoför tekrar sinirlenip kamyoneti durdurdu ve arka kapıyı açtı.Fakat beklediğinden farklı bir durum vardı. Durumu öğrenince birkaç dakika içinde uygun bir yere yanaştı. Durdukları yerde fazla ağaç yoktu her yer kahverengi topraklarla kaplıydı. Güneş tam tepedeydi. Abdu'l Melik Abşar’ı kucaklayıp aşağı indirdi ve uygun bir yere taşıdı. Korkuyordu ve korkmakta haklıydı çünkü eşi ilk kez doğum yapıyordu. Eşinin sancıları giderek artıyordu ve haliyle çığlıkları da. Abşar’ın etrafını hemen  yaşlı kadınlar sardılar onlar daha tecrübeliydi. İçlerinden kısa boylu, biraz kilolu ve yüzü herbirinde yaşanmış günleri temsil eden kırışıklıklar olan bir kadın doğumun olabilmesi için sıcak suya ihtiyaçları olacağını aksi takdirde doğumun zor olacağını söylüyordu. Bunu duyan Abşar daha da korkmuştu bu da haliyle doğum sancılarının artmasına sebep olmuştu. .Abşar bağırdıkça Abdu'l Melik’in içi cız ediyor ve olduğu yerde duramıyordu. Zaman uzayınca eşinin yanına gitmeye çalıştı fakat diğer erkekler kolundan tutup oturttular. Aradan bir saat kadar geçmiş olmalıydı. Herkesin dikkatini çekecek kadar yoğun bir sessizlik oldu ve ardından bir ağlama sesi geldi kulaklara. Bu yeni doğan bebeğin sesiydi. Fakat yolunda gitmeyen bir şey vardı. Kadınlar telaşlıydı. Çünkü Abşar çok fazla kan kaybediyordu.  Abşar eşini yanına çağırdı. Zar zor konuşuyordu sesi çok derinden geliyordu. Abdu’l Melik’e bakıp “Seni yarı yolda bıraktığım için üzgünüm, yeni doğmuş çocuğumuza iyi bak dedi ve bir süre sonra hayatını kaybetti. Abdu'l Melik sadece çığlık atabildi ve gözlerinden yaşlar akıyordu. Eşi bu hayattaki en büyük dayanağı,  güç kaynağıydı ve artık yoktu. Olduğu yere çöktü hareket edemiyordu. Eşiyle yaşadığı en güzel anıları gözlerinin önünden geçiyordu. Zaman kavramını yitirmişti kimse ona dokunmaya, konuşmaya cesaret edemiyordu. Bir anda kendine geldi ve havanın karardığını fark etti.

Yola kızıyla devam etmek zorundaydı. Ayağa kalktı, gücünü topladı ve bebeğini kucağına aldı. Kulağına 3 kez "Leyfunnur" diye fısıldadı. O, ismi gibi geceyi aydınlatan ışık olacaktı. Abdu'l Melik kızı Leyfunnur’la kötü günleri unutacaktı. Bebeği, eşinin elbisesinden yırttığı bir bez parçasına sardı. Abdu'l Melik bir tahta parçası buldu ve toprağa fazla derin olmasada eşinin üzerini örtebilecek şekilde çukur açmaya başladı. Hayattan hıncını alırcasına sinirli ve hırslı… Yanındakiler de ona yardım ettikten sonra yaklaşık bir buçuk saat sonra kazmayı bitirdiler. Eşi Abşar'ı gömdüler. Daha fazla bekleyemezlerdi. Abdu'l Melik beraberindekileri de düşünmek zorundaydı. Fazla vakit kaybetmeden tekrar kamyonete bindiler. Artık sevdiği kadın yoktu tek yoldaşı eşinin emaneti kızı kalmıştı, tek derdi vardı kızının hayatı… Onun için çalışıp çabalayacaktı, Leyfunnur huzurlu bir hayat yaşayacaktı.

Sınıra varmaları için hesaplarına göre az bir zaman kalmıştı. Kamyonette Abdu'l Melik kızını kucağına aldı ve yol boyu onu kokladı. Aynı eşi gibi kokuyordu, Onu kokladıkça eşinin yanında olduğuna inanıyordu. Kamyonetin gidebileceği son noktaya geldiklerinde şoför durdu ve arka bölümün kapısını açtı en fazla bu kadar gidebileceğini yolun geriye kalan kısmını yürümeleri gerektiğini söyledi. Abdu'l Melik ekibini toplayıp elindeki haritayı açtı. Önce tam nerede olduklarını anlamaya çalıştı ve ardından onu takip etmelerini söyledi. Güçlü olmak zorundaydı. Bu sırada kızı Leyfunnur ağlıyordu. Onu kimseye vermek istemiyordu. Gruptaki kadınlar ne kadar dil dökseler de nafileydi.  Sadece bebek acıkınca emmesi için kafiledeki 6 aylık çocuğu olan bir kadın kendi çocuğuyla birlikte onu da emziriyordu. Yiyecekleri azaldığı için yolculuğun 2. gününden sonra sütü kesildi kadının. Diğer bebekler ıslak ekmek yiyebiliyordu fakat Leyfunur yiyemiyordu. Zaman geçtikçe ağlaması artıyordu. Bir sonraki gün ağlamasını hiç susturamadılar, morarmaya başlamıştı ama yapacak bir şeyleri yoktu. Abdu'l Melik kızının da ölmesine nasıl dayanırdı? Bir şeyler yapmalıydı ama elinden hiç bir şey gelmiyordu. Hayattaki en zor şeydi çaresizlik. Birkaç saat sonra Leyfunur bebeğin sesi kesildi. Abdu'l Melik korkarak dinledi kızının kalp atışlarını  fakat Leyfunnur bebeğin kalbi atmıyordu. Bir feryat koptu:

“KIZIM! HAYIR OLAMAZ!”

Abdu'l Melik hem haykırıyordu hem de ağlıyordu. Onun bu durumuna kafilesindekilerde tepkisiz kalamadı, herkesi derinden etkilemişti Leyfunnur bebek... O daha 4 günlük bir bebekti Abdu'l Melik'ın kızıyla hayalleri vardı, gecesini aydınlatan ışığıydı o… Hangi yürek dayanabilirdi ki, 4 gün önce çok sevdiği eşini ve şimdide onun en kıymetli emaneti kızını kaybetmişti.

Abdu'l Melik’in göç yolunda başına gelenler bunlardı. O kendini yaşıyormuş gibi bile hissedemiyordu. Kim bilir niceleri daha neler yaşamıştı. Düşündü yola çıktıklarını yarı yolda bırakamazdı işte bu yüzden onları Türkiye’ye kadar götürecekti. Öyle de yaptı. Sınırdan geçtiler ve kafilesini onlar için hazırlanan mülteci kampına yerleştirdi. Tek bir düşüncesi vardı, Bu göçe ailesinin daha iyi bir yaşam sağlaya bilmesi için çıkmıştı fakat ailesi olmadığına göre ülkesine geri dönebilirdi. Kafilesini Türkiyede ki mülteci kampına yerleştirdi  ve sınıra doğru hareket etmeye başladı ve  Abdu'l Melik  bi anda haykırmaya başladı:

“HAYALLERİM VARDI, AİLEMİN GELECEĞİ İÇİN ÇIKTIĞIM BU YOLDA AİLEMLE BİRLİKTE TOPRAĞA GÖMÜLEN...”