Büyükler İçin Masallar

-BÜYÜKLER İÇİN MASALLAR-

(Şeytan Bunun Neresinde)

Bizim memlekette kitap okunmaz, okuyana da uzaylı gözüyle bakılır. Böyle diyorum ya abartıyorum sanmayın işin aslı budur.

          Elimde kitabım satırlar arasında geziniyorum. Serin meltem rüzgarı saçlarımı okşuyor. Benim gözüm kitapta etraftakilerin gözü de bende. Dünya’yı ele geçirmeye gelmiş Merihli gibi hissediyorum kendimi adeta. Etraftakilere aldırmadan dikkatleokuyorum kelimeleri. Satır aralarına gizlenmiş cümleleri arıyorum. Meltem rüzgarı saçlarımı okşuyor. İçime çekiyorum mis gibi deniz havasını.

          İstanbul’un kara kışı bitmiş bahar mevsimindeyiz şimdi. Sıcacık güneş içimi ısıtıyor. Yaşadığımı hissediyorum. Arkamda bir kavga kıyamet kopuyor. Kavga deyince yumruk yumruğa kavga sanmayın, Topal Martıyla Rum Balıkçı kavga ediyor yine. Martı inatçı mı inatçı, balığı almadan gitmeyecek. Rum Balıkçı’nın elleri havada bir şeyler anlatıyor Martı ’ya. Sonunda inadı kırılıyor. Kovadan bir uskumru balığı çıkarıp Martı’ ya veriyor. Anında mideye indiriyor balığı Martı. Süzülerek uçmaya başlıyor denizin üzerinde. Benim gözüm hala kitabımda. Ne buluyorum acaba bu kitapta? Gözlerimi ayıramıyorum. Birden kulaklarıma bir saz sesi çalınıyor. Kafamı kaldırıp bakıyorum. Kıraathanede bir âşık… Sazın tellerine her vuruşunda insanın yüreğini titretiyor. “telli sazdır bunun adı” diyor. Gözlerimi ayıramıyorum.

          Sert esen rüzgâr kitabımın sayfalarını çeviriyor. Dikkatim dağıldı. Okuyamıyorum artık. Bağlamanın sesi de kesildi şimdi. Nereye gitti acaba âşık? Hava da soğumaya başladı. Sanki nisan değil de kasım ayındayız. Oturduğum yer buz tutuyor. Sanki birisi eşek şakası yapmış da altıma raptiye koymuş gibi dikenler batıyor kaba etime. Neredeyim ben yahu? Kıraathane nerede? Aşık nerede? Topal Martı’ ya ne oldu? Rum Balıkçı da yok ortalıkta.

           Karşımda iki katlı bir bina var şimdi. Yahudi işçilerin girip çıktığı bir bina bu… Şimdi bana bakıp gülüşüyorlar. “Ulan burada da mı rahat yok.” Neyse, boş ver gitsin. Hevesim kaçtı okuyamıyorum artık. Etraftakiler daha bir dikkatimi çekiyor artık. Üzerime kripton atmasalar bari…

          Etraftakilerin gözü bende, benim gözümse uzaklarda. Yahudi işçilerin girip çıktığı bina takılıyor gözüme birden, önünde orta yaşlı bir kadın bekliyor. Pek de güzel bir şey sayılmaz. 1,55-1,60 m. Civarı boyu var. Üzerinde eskilerden kalma bir entari. Nereden bulmuş acaba?

          Etraftakilerin gözü hala bende, benim gözümse orta yaşlı kadında. Nedense gözlerimi alamıyorum devasa göğüslerinden. Entarisi gerilmiş de gerilmiş, patladı patlayacak. Sanki koynuna bir çift kavun koymuş. Kavun dedim de canım çekti şimdi. Ne güzelde gider bir duble rakıyla, yanında bir dilim beyaz peynir… Kadın, beni fark mı etti bilmem gülümsüyor şimdi. Gülümseyerek yanıma geliyor. Göz göze geliyoruz. Ecnebice bir şeyler söylüyor. Ne diyor anlamıyorum. Sigara istiyor herhalde. Ceplerimi yokluyorum. Pantolonumun cebinden bir paket ikinci sigarası çıkıyor. Üç dal sigara var içinde. Birini kadına veriyorum. Seviniyor. Çakmak arıyorum ceplerimde. Bulamıyorum. Nereye koydum bu çakmağı? Murphy’ mi aldı acaba? Kadın çoktan uzaklaştı bile. Yahudi işçilerin çalıştığı binanın önünde beklemeye başlıyor yeniden. Neyi yada kimi bekliyor bilmiyorum. Buz gibi havada saatlerdir dikiliyor. Hani bir laf vardır Türkçede: beklemekten ağaç oldu derler. 4 mevsim yapraklarını dökmeyen çam ağacı mı desem yoksa yüzyıllardır hüküm süren çınar ağacı mı bilemedim.

         Gözlerinin altındaki morluklar suratındaki yalancı gülümsemeyi ele veriyor. Ruhunun derinliklerinde korkunç acılar barındırıyor besbelli. Ne ulu çınar var aklımda ne de inatçı çam ağacı… Kaldırım taşlarının arasından çıkmış yabanıl otlar görüyorum şimdi. İnsanların üzerinden geçtiği, geçerken de kafasını eğip bakmaya bile gerek duymadığı yabanıl otlar.

         Karşıdan bir adam geliyor. Siyaha bürünmüş sanki. Gece karanlığında kayboluyor gözlerimin önünde. Yada geçtiği yeri karartıyor. Üzerinde siyah uzun bir palto var. Başında ise silindir şapka. Oldukça uzun boylu, iki metre falan olsa gerek. Kendinden emin, ağır adımlarla kadına yaklaşıyor. İçimi bir korku bulutu kapladı şimdi. Bir şeyler konuşuyorlar. Ne diyorlar anlayamıyorum. Kadın, adamın koluna giriyor. Birlikte sokak arası bir yere girip gecenin karanlığında kayboluyorlar. Benim tedirginliğimin aksine etrafımdakiler oldukça sakin. Öyle ya ayakaltında dolaşan yabanıl ot… Dikkat eden yabanıl ot olmalı. İnsanoğlu için hiçbir önemi yok. Önüne çıkan her şeyi ezip geçer. Hatta durum öyledir ki ayakaltında dolaşan şifalı karahindiba bile olsa fark etmez. Ezer geçer hepsini.

         Düşüncelere dalıyorum kendi içimde. Uykum geliyor gözlerim kapandı kapanacak. Bu ayazda uyumak delilik… İliklerime kadar işliyor soğuk hava. Titriyorum. Kafam önüme düşüyor. Göz kapaklarımı açamıyorum. Uyku ile savaşımda uyku kazanacak gibi. Yoksa ölümle çatışmamız mı desem? Bütün bu düşüncelerin içinde bir kadın çığlığı beni kendime getiriyor. Hızla kafamı kaldırıp etrafıma bakınıyorum şimdi. Etrafta kimse yok... Nereye gitti herkes? Az önce her yer insan kaynıyordu. Gömleğimin iliklerinden girip tüm vücudumu ürperten poyraz bile yok ortalıkta. Karşıdan birileri geliyor. Seviniyorum. Ama gördüğüm manzara karşısında sevincim kursağımda kalıyor. Karalar içinde bir adam bana doğru yaklaşıyor. Az önce kadınla birlikte girdiği sokaktan çıktı. Titriyorum. Titremesine titriyorum ama korkudan mı yoksa soğuktan mı bilemiyorum. İki eli de dolu. Aramızdaki mesafe daraldıkça daha net görebiliyorum ellerinde nelere olduğunu. Sağ elinde keskin bir bıçak taşıyor. Sol elindeyse… Gördüğüm manzara karşısında dilim tutuluyor adeta. Yazacak kelime bulamıyorum bu korkunç sahneyi anlatabilmek için. Sonunda doğru cümleyi buluyorum: karanlık adam kadını öldürdüğü yetmiyormuş gibi birde ekmek teknesini söküp almış vücudundan. Gördüğüm manzara karşısında bir yandan sinirleniyorum diğer yandan da ürperiyorum. İnsanın doğal içgüdüsü: kendini koruma refleksim harekete geçiyor. Hızlanan kalp atışlarımla birlikte vücudumda titremeye başladı şimdi. Artık eminim. Korkuyorum. Mümkün olduğu kadar göz temasından kaçınıyorum. Ne var ki kaçınılmaz son geliyor. Göz göze geliyorum soğukkanlı katille. İlginç bir şekilde gülümsüyor. Benim aksime oldukça sakin. Elinde tuttuğu bıçaktan kanlar damlıyor. Kadına hayat veren kırmızı renkli can suyu ayaklarımın dibinden akıp gidiyor, gece karanlığının örttüğü günahları yıkayıp temizlemek ister gibi. Utanç kokusu geliyor burnuma şimdi. İnsanoğlunun şehvet duygularıyla işleyip kadının üzerine yıktığı utancın kokusu bu… Türkçe ’de namus deniyor buna. Ne garip değil mi? Akan kan bile temizleyememiş bu kokuyu, genzimi yakıyor adeta.

            Sağ elinde tutuğu keskin bıçağı paltosuna sokuşturup yanıma oturuyor karanlık adam. Diğer elindekini aramıza bırakıp konuşmaya başladı şimdi.

           -Adın ne senin? Ne iş yaparsın?

            Ne desem bilemiyorum. Derken ağzımdan kelimeler dökülmeye başlıyor:

           -Mehmet benim adım. Yazı yazarım.

           -Ne yazısı, kâtip misin?

           -Kâtibim.

           -Kimin yanında?

           -Kocaeli İkbal Ambarında…

            Neden böyle dedim bilmiyorum. Kelimeler kendiliğinden ağzımdan dökülmeye başladı. Bir yandan da merak içimi kemirmeye başladı. Dayanamıyorum, başlıyorum konuşmaya.

            -Peki ya sen, buralı mısın? Anan- baban ne iş yapar? Kimlerdensin…

            Anlamsız sorular arka arkaya gelmeye devam ediyor. Anlamsız sorulardan sıkılan adam başını öne eğdi şimdi. Ben de mahcup oldum. Hevesim kaçtı birden. Başımı çevirip uzaklara bakıyorum şimdi. Düşüncelere dalmama izin vermiyor adam. Başlıyor anlatmaya.

           -Anam yok. Yaşlı bir babam var. Kendi bile bilmez yaşını.

           Derin bir iç çekiyor. Tekrar bana döndü yüzünü. Nedense korkmuyorum artık. “sigaran var mı?” diye soruyor. Ceplerimi karıştırıyorum. Son kalan iki dal ikinci sigarası… Birini adama veriyorum diğerini kendime saklıyorum. Saklıyorum saklamasına ama çakmağım yok ki yanımda. Tam bu sırada cebinden bir çakmak çıkartıp sigarasını yakıyor adam. Ardından bana veriyor çakmağı. Buraya kadar her şey normalde, ne arıyor benim çakmağım adamın cebinde? Sanki alıp götürmüş, satamadan getirmiş gibi.

            Derin bir nefes çekiyorum sigaramdan. Ardından başlıyorum konuşmaya.

            -Ne iş yapar baban? Kardeşin var mı?

            Son sorduğum sorudan sonra yüzü değişiyor adamın.

            -Babam heykeltıraş. Kilden şekiller yapıp can verir. Ama aramız iyi değil. Gidip o kadının karnına çocuğu koymayacaktı.

            -Sevmediğin bir kadınla ilişki mi yaşadı?

             Daha da sert bakıyor şimdi gözleri.

             -Hayır! Kadının karnına çocuğu koydu.

             Detayları öğrenmek istesem de soramıyorum soruyu. Bir nefes daha çekiyor sigaradan. Anlatmaya başlıyor yine.

            -O kevaşeden çocuk sahibi olduğu yetmiyormuş gibi bir de kral yaptı o beş para etmez çobanı.

             Karşıdaki binaya dikiyor gözlerini şimdi. Kaşları çatık, dudakları bükük…

             Güneş yükselmeye başladı tepelerin ardından. Uzun gece bitiyor nihayet. Çalan polis düdükleriyle irkiliyorum. Adam, sigarasından bir nefes daha çekip bana bakıyor.

           -E, bana müsaade.

            “Şerefi ikballe” diyerek cevap veriyorum gitmeye hazırlanan adama.

            Aramıza koyduğu emaneti sırtlanıp yola koyuluyor. Dayanamıyorum, merakıma yenilip yapıyorum yapacağımı. “Bekle!” diye sesleniyorum ardından. Dönüp bana bakıyor.

          -Adın ne senin?

          Gülüyor şimdi suratıma bakıp.

         -Panco benim adım, sakın unutma.

          Arkasını dönüp kayboluyor. Gözlerimle görmesem inanmam. Alevler içerisinde kayboldu birden bire. Ne polis gördü yüzünü ne de meraklı kalabalık. Adeta buhar olup uçtu.

                                                                                                                                                               ***

          Kıraathanenin içinde bir kahkaha yankılanıyor ki anlatamam, sanki gök gürüldüyor. Anlattığım hikaye hoşlarına gitmiş olmalı arkadaşların, hikaye de sayılmaz aslında, anılarımı anlatıyorum.

          -Ulan Sait amma yaptın yahu, böyle iş mi olur?

          Halis’in bu alaycı tavırlarına alıştım artık, canımı sıkmıyorum hiç.

          -Halis değil ulan Aziz!

          Kıraathanenin içerisini kara bulutlar kaplıyor şimdi de, sinirler gergin, fırtına kotu kopacak. Bir şeyler yapmalı, ortalığı sakinleştirmeliyim. Düşünürken karşımda oturan adama takılıyor gözlerim. Adam gözlerini kapatmış bizi dinliyor, yoksa dinlemiyor mu? Neyse, en iyisi şuna bir laf atayım da ortalık sakinleşsin biraz. Laf atayım atmasına da neydi bunun adı yahu? Şşşt! pştt! Desem bakar mı acaba? Yok, ne öyle köpek çağırır gibi. “Çalıştır saksıyı oğlum Sait” diyorum içimden. Dur dur hatırlar gibi oldum şimdi. Osman mıydı? Yok değil. Hah! Buldum şimdi. Orhan yahu kaç yıllık arkadaşım.

          -Ne o Orhan daldın gittin. Ne düşünüyorsun gözlerin kapalı?

          -İstanbul’u düşünüyorum Sait. İstanbul’u düşünüyorum gözlerim kapalı.

          Orhan’la konuşurken araya giriyor Aziz yine. Anlaşılan bu adamın çenesi kapanmayacak bugün.

          Poyraz sırtıma vuruyor yine soğuk soğuk. Kollarımı doluyorum vücuduma biraz olsun ısınmak için. Arkamda bir sıcaklı hissediyorum şimdi. Dönüp bakıyorum ne oluyor diye, gözlüklü bir adam var arkamda. Kürk mantosunu çıkartıp sırtımı örtüyor koca yürekli adam. Gülümseyişi içini ısıtıyor insanın. Bin yılda bir gelir böyleleri yeryüzüne. “koca yürekli adam” denir halk arasında. Bakmayın koca yürekli dendiğine, yürek küçük olmasına küçüktür ama öylesine merhametlidir ki sırtına kahpe kurşun sıkanlara bile kin tutmazlar. Hatta benim gibi “Lüzumsuz Adam”lara bile iyi davranırlar. Aziz’in sesi kulaklarımı tırmalıyor yine.

         -Uydur uydur söyle… Askerden kaçmak için deli raporu alandan ne bekliyorsun?

         -Al ulan senin olsun, münasip şekilde kullanırsın!

         Cebimden çıkartıp fırlatıyorum suratına kağıt parçasını. Sonra dönüp uzaklaşıyorum oradan. Arkama dönüp bakmıyorum bile. Meçhule doğru yelken açıp gidiyorum beni olduğum gibi kabul eden tek yere.