Terennüm

Ruhumu demlediğim bir gecenin kıyısındayım. İçinde bulunduğum bahçe öyle güzel, öyle gerçek ki… Bir yağmur gibi küçük, muttarid, muhteriz darbelerle kaleme akarken kelimelerim, sadeleşen yüreğimle baş başayım şimdi; sadeliğin ve arınmanın güzelliğin tohumu olduğunu bilerek, herkesin başını alıp gidesi varken…

“Yoklukla varlık arasındaki bu ince çizgide bütün bu keşmekeşler niye?” diye sormadan edemiyorum kendime. Kalabalıklar içinde yalnızlaşır olmuşuz. Yorgunum nidalarıyla sükut bürümüş yüreklerimizi. Sıcak yataklarımızda eylemsizliğimizle zamana bırakır olmuşuz hüzünleri, sevinçleri, beklentileri ve mucizelere dair umutları. Ne ara yorulduk bu kadar? Zamana bırakayım derken yitirmedik mi bize dair ne varsa. Şimdi herşey yitik, duygular bile basit ki hatırlayınız bir zamanlar ne kadar kıymetliydi yüreğe dair iki kelam, sevmek ve güvenmek gibi duygular. Zira öyle olmasaydı sever miydi Yusuf Züleyhayı, yazılır mıydı bunca mısra bir duyguya? Züleyha ki sözün özü, devrik cümlelerin öznesi ve sınanmış bir kalbin sahibi Yusuf’a köleydi. Sevgiyi öyle bir makamda yaşadı ki Yusuf’a bir mektup yazmaya başlayınca ne yazdıysa olmadı. Baktığı, gördüğü herşey o olmuştu ve Yusuf diye başladığı mektubu Yusuf diye bitirdi. Hitaptan öteye geçemedi. Anladı ki aşkın namesinde ser-nameden öte kelam yok ve lügatında Yusuf’tan öte sözcük yok. Ne kadar duru bir duygu değil mi?

Sözde değil özde kalan sevgilere misaldir Yusuf ile Züleyha. Yitirilenlere inat hala yaşayan bir vuslatın terennümüdür. Bizlerse bunca duyguyla demlenmek yerine ömrün karanlığında mucizeleri beklemekle çırpınmaktayız lakin Nazan Bekiroğlu’nun da dediği gibi: “Mucize kapılarını inananlara açar.” İnanmaksa harekete geçmekle yaşar.