Gökkuşağından Gönül Kuşağına Geçmek Varken

Hayatta herkesin bir rengi olduğuna inanmışımdır hep. Kiminin iç ısıtan güneş rengi sarısı, kiminin yağmura göz kırpan çimen yeşili, kiminin hayallere toz bırakan pembesi, kiminin gökten yeryüzüne uzanan ve huzurunun akıntısın da enginleştiği deniz mavisi, kimininse acılarına kara bir bulut gibi çöken siyahı…

Herkeste bu renklerin yuvalandığı bir yer bulunanilir.Ya bir kitabının kapağında, ya geçmişin özlenildigi siyah beyaz bir fotoğrafında, ya yalnızlığın dört duvara hapsolunmus çürüyen duvarın da ya da ihtiyarlığın tellalı kırlaşan saçların da gösteriverir kendini.

Bazen de öyle renkler vardır ki renginin münhasırlığını cömertçe paylaşarak yepyeni bir renge turuncuya, mora, griye analık-babalık ederler. Nasıl bir kucaklayışın, nasıl bir teslimiyetin, nasıl bir sadakatin rengisin portakal çiçeği turuncu?

Peki ya insanlık, yok muydu bir rengi?

Vardı elbette bir zamanlar.  İnsanlığın rengi gökkuşağı giyinerek çıkardı insanlığın karşısına.  Sıcaklığın, doğumun, canlılığın habercisi güneş ev sahipliği ederdi ona. Yerini ve zamanını bilirdi. Kırkikindi rahmetinin toprakla ağlaşması bitmeden koyulmazdı yola. Toprağın ta ki bir sonra ki kavuşmaya değin içinde tutacağı yağmuru içine çekişini bekler, bekler, beklerdi. Sırf vedanın bir rengi olmasın diye kuşağına oturtur renklerini ve yerle gök arasını boynunu bükercesine selamlardı sanki serzenişimden haberdarmış gibi.

Oysa hala öyle mi?

Zamane insanlığın rengi puslu. Tıpkı maden mavisi diye bilinen kül rengine çalan parlak mavi gibi ne tam mavi, ne de yeşil. Adını bir türlü koyamadığım bir renk iken aslında zamanım, insanlığının rengiymiş meğer temize çalan kirlilik. Temiz bir insan olamayan, kalamayan, bayağılaşmanın küplerine dalıp çıkan kirliliğin rengiymiş. İnsanlığın yüreğine zift gibi yapışan, güneşi gördükçe insanlığını yakan bir kirliliğin rengi.

Ya şimdi!

Gökkuşağı dargın artık.

İşte bu yüzden insanlığın gökkuşağı gönül kuşağını taçlandıracak iken sadece beyaz papatya saçımızda taç olarak kaldı…