Boşlukta Uçanlar


Uçaklar? Herkesin içindeki tedirginliğin yansıması olan kelime. Hepimizin ne kadar korkmasak desek de, yapmaktan en çok ürktüğü şeylerden birisi. Uçmak, insanoğlunun hayatında gerçekten inanılması güç bir hayal olarak başlamış ve şu anda en üst seviyelerde ozon tabakasını delip, gezegenlere yolculuğa kadar ulaşmış. Uçmak başlı başına bir çılgınca çıraklık. Ama bir o kadar da zevkli bir ustalık. İşim gereği sürekli uçtuğum için, uçağa binmeden önce beni hep tedirginlik ve endişe rehin almıştır. Bu sürecin başında Ankara seferinin kapısının önünde beklerken mesane torbamın dolduğunu hissediyordum. Kapının açılmasına da az bir süre var. İnşallah kapı kapanmadan stresimi atıp yetişirim. Kapının açılması ile kapanması arasındaki kısa süre içerisinde vücudumun boşaltım sisteminin emirlerini yerine getirip tekrar kapının önünde buluyordum kendimi. Güzel, sıra yoktu boştu. Bu fırsattan istifade, hemen biletimi gösterip uçaktaki yerimi almak isteği içinde kavruluyordum. Biletimi kontrol ettirdikten sonra tünelin bilimsel açıdan küçük ama bence uzun yolunda garipsiyordum kendimi. Sadece ben vardım. Ne sağımda ne solumda ne önümde ne arkamda hiç kimse yoktu. İlginç. Normalde insandan geçilmeyen bu tünel ilk defa bana bu kadar uzun geldi. Bitmiyordu. Yürü, yürü bitmiyordu. Tünelin sonunda hep bir ışık vardır ya. Size karanlıkta tebessüm eden aydınlık. Tam da onu görüyordum karşımda. Gülüyordu suratımda karanlık gecedeki kandil gibi. Zifiri karanlığın dibinde ışık huzmesi beni bekliyordu. İki tane hostes gözlerindeki güneşlerle bana bakarak –Hoş geldiniz. İyi uçuşlar. Deyip biletime göz gezdirip bana yerimi gösteriyorlardı. Uçağa geldim ama bir tuhaflık vardı. Acaba erken mi geldim acaba? Görevliler uçak temizliğini yaptı demi? Yoksa bana mı yaptıracaklar? Saçmalama Sedat, sana niye temizlik yaptırsınlar. Kimse yok da ondan. Sanki herkes olsa bütün yolculara yaptırıyorlar da. Kendi içimde ufak bir münakaşa yaşadıktan sonra uçağın en nefret ettiğim yeri kanadın tam ortasına oturuyordum. Cam kenarı, yolculuklarda her zaman en sevdiğim yer olmuştur. Ama uçakta kanadın üstüne oturmak bir o kadar benim için feci bir şey olmuştur. Her kanadın orada oturduğum uçuştan önce beynimin dar koridorlarında işleri sadece kötü senaryo yazmak olan senaristlerle uçan kuşun kanadının kopup, benimde dört yüz elli bin yükseklikten düşüp, akciğerlerimin patlayıp can vereceğimi düşünürüm ama Allah’a bin şükür düşündüklerimin hep tersi çıkar. Bugün de böyle düşüneyim de tersi çıksın. Bu fikirler deryasında sörf yaparken önümde uçakların her zaman kendi tanıtımlarını yaptığı dergilerden biri yer alıyor. Merakıma yenilerek bu derginin içinde hemen hemen ne olduğunu bilsem de yine tekrar açıyordum reklam torbasını. Avrupa’ya uçuşların yarı yarıya indiğini, Amerika’ya seferlerin başladığını, filonun yepyeni uçaklarla takviyelendiğini, aralarına yeni pilotlar ve dinamik bir uçuş ekibinin katıldığını anlatan sıradan sayfalarda dolaşmanın manasız olduğunu düşünmeye başlayıp, kâğıtları tek tek yırtıp bütün uçağı dağıtmak istiyordum. Ne de olsa tek yolcu bendim. Bu da ayrı bir his. Tekliğin ayrıcalığı da farklı hava katıyor insana. Ama yine de birine ihtiyacım vardı. İnsan, tek başına yaşaması için yaratılmamıştı. Cebimden lacivert renk tonlu akıllı telefonumu çıkarıp sudokunun sayılı dünyasında kendimi kaybetmek için açmışken telefonumun bana ihanet ettiğini görüyorum. Şarjınız bitti deyip, kendisini izinsiz istirahata çekmesi benim de istirahat fikirlerimin akla gelmesine yol açıyordu. Kimse gelmezse bütün uçuş boyunca üçlü koltuğa uzanarak keyifli bir yolculuk geçirebilirdim. Bu konforlu düşüncelerimde gök semada yükselirken tepkisel bir sesle irkiliyor, düşüncelerimin iniş takımlarını açıyordum –Beyefendi, camınızı kapatınız ve kemerinizi bağlayınız. Hostes, yarım saatten beri yanımıza gelip sizi uyarıyor, siz dikkatte bile almıyorsunuz. Lütfen ama yirmi birinci yüzyılda bu tip saygısızlıklarla karşılaşmayalım. Çenesiyle politik insanların diliyle kulaklarımızı tırmalayan otuz beş yaşındaki hanımefendi ve kalkış öncesi uyuklayan yetmiş yaşındaki amca bir anda bitivermişlerdi. Sadece bunlar da değil uçağın tümü ağzına kadar dolmuştu. Hüngür hüngür ağlayan çocuklar, sürekli trip atan eşler, yılları devirip de birbirlerini deviremeyen çiftler ve oldukça daha fazlası. Uçan kuş bu kısa sürede nasıl dolabilirdi? O da ayrı bir merak konusu?