Hu Dede ve Gerçekler

Bizim çocukluğumuzda bir Hu dedemiz vardı. O gelirken erkekli kızlı bütün çocuklar oynadığımız oyunları bırakır yerden aldığımız iki taşı birbirine vurarak Hu Hu Hu Allah, Hay Hay Hay Allah diye hep beraber aynı tempoda Allah’ı zikrederek peşinden yürürdük. O da bize eşlik ederek yürüyüşüne devam ederdi.

Seksenli yılların sonları idi onunla ilk karşılaşmam. Ben daha yedi ve sekiz yaşlarında idim, Hu dede ise muhtemelen altmışlı yaşlarının sonunda yada yetmişli yaşlarının başlarında idi. O güne kadar görmediğim garip bir görüntüsü vardı. Yeşil sarığı, tamamen beyazlamış sakalı, sırtında cübbesi ve elinde asası ile bana çok tuhaf gelen bir görüntüsü vardı. Ona karşı ne hissettiğimi hiçbir zaman tam olarak kestiremedim. Belki de en fazla hissettiğim duygu; korku ile karışık bir merak duygusu idi. Hu dede dünyada en iyi çocuklarla iletişim kuran, sevgisini ve dini bilgilerini en çok çocuklara aktarmaya çalışan birisi idi. Kalbindekileri hiç eğip bükmeden, karşısındaki insanın alınıp kırılabileceğini hiç hesap etmeden söyleyen birisi idi. Ben hayatım boyunca karşısındaki insana onun kadar açık seçik, lafı hiç dolandırmadan söyleyen birisini görmedim desem abartmış olmam. Bir keresinde kendisini evine misafir olmaya davet eden bir mahalleliye onca kişinin arasında ‘Senin evinde televizyon var. Bahçenin giriş kapısından evinin en ücra köşesine kadar günaha girmiş bir eve misafir olmam’ diyerek reddetmişti. Söylediklerinin gerçekliğinden hep beraber kurtulmak isteyen büyüklerimiz Hu dedeyi bir meczup bir deli olarak kabul ederek yaptığı eleştirilerin ağırlığından kurtulmaya çalışıyorlardı. Evet Ona deli diyorlardı, fakat ben ömrümde hiçbir deli görmedim ki bu kadar güzel konuşsun. Bu kadar kendisini ve kıyafetlerini temiz tutsun. Hu dedeye mecnun denilse kendisini tanımlayacak en güzel sıfat verilmiş olacaktı aslında. Ben hayallerimde o yıllara gittiğim zaman Hu dedeyi Allah yolunda ve onun aşkı ile mecnun olmuş bir insan olarak tasavvur edebiliyorum .

Hu dede anlatmak istediklerini daha yumuşak üslupla anlatsa idi; belki de öldükten sonra mezarını bir türbe bile yaparlardı. Ama, bu huy işte herkesin kendisine göre bir mizacı vardır elbette. Onunda mizacı da bu idi. Keşke Onu deli olarak kabullenmek yerine o eleştirilerinden ya da sert uyarılarından birazcık hissemize düşen payı alabilseymişiz. En büyük eleştiri ve uyarıları namaz kılmak ve büyük küçük günahların bütününden kaçınmamız içindi. Neden Allah’ın emirlerini bize anlatan birisine saygı duymayıp da meczup olarak kabullenmek acizliğine girildi? Herkesin kendisi ile yüzleşmesi bu kadar mı zor bir olaydı. Oysa ki insanın kendi muhasebesini yapması, doğru ve yanlışlarını kendi bulması lazımken bu görevini yapmayıp hakikatleri hatırlatan birisine de sırt çevirmesi ne büyük acizliktir.

İşte,  Hu dede aradan yıllar geçti. Sen doksanlı yaşlarında ben ise otuz beş yaşındayım. O yıllardan bu tarafa sende bir değişiklik olmadığına eminim. Ama ben ve bizim yaşıtlarımız artık o masum çocuklar değil. Keşke ben de de sendeki inanç ve cesaret olsa da bütün dünya işlerinden kendimi soyutlayıp elimde bir asa diyar diyar gezip sadece O’na doğru giden yollarda ömür tüketseydim. Ben de senin gibi kendi inançlarım doğrultusunda hiçbir engele takılmadan yaşayabilseydim. En önemlisi seninle her an irtibatta olup hatalarımı hatırlatmanın zenginliğine erişebilseydim. Ya da ben de senin gibi olup dostlarıma, sevdiklerime doğru bildiğim hakikatleri cesurca haykırabilseydim. Biz senin anlayamadık. Seni anlayabildiğimiz zaman ise hayatın dar ve dolambaçlı sokaklarında çoktan rotamızı kaybetmiştik…

Selam olsun! Senin ve senin gibi dosdoğru olup çevresindeki herkese ışık saçabilenlere. Selam olsun! Hu dede gibi; dostlarının sadece iyi yönlerini görmeyip, kötü yönlerini de görerek ikaz edebilenlere…

Mustafa ATAK

17/02/2013 ANKARA